Cahit Zarifoğlu Kütüphanesinde bir program vardı. Programın içeriğini hatırlamıyorum ama Mürsel Abi"nin Abdullah İmamoğlu"nu bir kenara çekip yüreğini hedef alan sözler söylediğini iyi hatırlıyorum. Gencecik yaşında ölüme varan Sara"nın şairi Halis Altındağ"ın yeğeniydi Abdullah. Edebiyat Dergisinde şiirleri yayınlanan en genç şairdi Halis Altındağ. Mürsel Abi"nin “koran”larından, akranlarındandı. Biraz da bu sebepten Mürsel Abi hüzzam ve dert makamında Abdullah"a konuşuyordu. Abdullah"ın yüzünü yere döküp dinlemesi hala gözlerimin önündedir. Genç ve diri bir şairin yeğeni olmak böyle bir şeydi. Yüzünü döker ve içine akıtırdın gözyaşlarını.
Programı hatırladım şimdi: Nizar Kabbani"ye ithafen şiir gecesi düzenlenmişti. O sene Arapların ve insanlığın öfkeli-aşık-devrimci-çılgın-göçmen şairi ölmüştü… İbrahim Tenekeci"yle de o gece tanışmıştım. Sağ olsun Recep Garip Ağabey birçok güzel insanla tanışmama vesile olmuştu.
Mürsel Abi"yi daha öncesinden tanıyordum. O"nun insanı ihya eden mizahı ve mizahı içerisinde saklı uyarıcılığına daha öncesinden aşinaydım.
O konuşmaya başladığında..
Üsküdar sahilinde kendimi bulamayacağımı bile bile Kız Kulesi"ne doğru yürüdüğüm bir zamanda Mürsel Abi beni alıp hapsetmişti o güzelim gülen gözlerine. Ve bir çok kereler “başka bir alemde idin; yanından geçtim, sana ses verdim, duymadın, görmedin!” deyip, gülümsedi yüzüme. Bense: “Duymayan, görmeyen, bilmeyen bir adem olmak derdindeyim ağabey!” yollu sözler edip boynumu büktüğümde, o güzelim sözlerini sıralar… Zaten, o konuştuğunda susmaktan daha güzel bir eylem yoktur kanaatimce. Nice dostlarım sözü ikinci cümleye erdirdiklerinde, tamam kardeş, bu kadar kâfi! Demek geçtiyse içimden; Mürsel Abi konuşmaya başladığında sözün bir ırmak gibi mecrasını takip ederek ummana ulaşmasına hayran olmuşumdur.
Mürsel Ağabey"in tahsilini yarıda kesip de yollara râm olması, kulların arasına karışması, edebiyatın ve "ölümsüz dava"nın derdine düşmesi bana bir şeyi çok iyi öğretmiştir: Okul tahsile mani! Ve Mürsel Abi tahsilin en güzelini iş ve muhabbet aleminde bulmuş, bulamayanlara da yol açmıştır. Yüzünde daima bir gayret, bir yerlerde yarım kalmış işin heyecanı, Kudüs"e giden son trene binmenin telaşı vardır. Ben, sloganların kanlı canlı bir hâl almasını onun şair ruhundan fırlayan kelimelerde gördüm. En güzeli ise, o kelimeler her dem diri, her dem Ümeyye Camii"nden gürül gürül akan ezanlar kadar ruha dokunur olması.
Mürsel Ağabeyin ticaret mekânı!
Mürsel Ağabey"in bir ticaret mekânı var. Ama oraya bir “ticaret mekânı” demek haksızlığın dik alâsı olur! Zira, o mekanda gül alırlar gül verirler; geleni gül ile karşılar, gideni gül ile uğurlarlar. Hele ki bir de sohbet gününe denk gelmiş iseniz, gelen her dost çıkınındakini masaya koyar; dergi, baklava, pide, peynir, karpuz, yeni çıkmış bir kitap, eskimeyen bir selam, her gelen ile yenilenen bir musafaha, çay ve dillerin sükûtu! Evet diller susar ve haller konuşmaya başlar.
En son ziyaretimde tam bir Nuri Pakdil şoku yaşamıştım. Bir ağabeyimiz gelmiş idi. Doktor. Fethi Gemuhluoğlu yareni. Üstü başı samimiyet, insan, vefa ve ölmeyecek anılar kokuyordu. Hoş espriler yaptı. Bir iki nükte hatırlattı. Birkaç ölmez hatırayı paylaştı o koyu kahverengi masanın etrafındaki insanlarla. Sonra da bir acer hafız kardeşimiz gelmişti. Mürsel Ağabey, “buyur oku hele!” deyince, kardeşimiz Dûhan Suresi"ni okumaya başladı. Ve dışarıda göz gözü görmez bir duman peydah oldu. Sûre bittiğinde duman da, içimize gelen o gariplik hissi de dağıldı. Sanırım bir de İnşirah Sûresi"ni okumuştu hafız…
Mürsel Ağabey düşünce aklıma mahcup olurum. Zira o benim, -klasik anlamda- evimi de işimi de bilir. Bilir, çünkü o bir “ağabey”dir. Ve bir ağabey küçüğüne nasıl titreyerek yaklaşır ise, her dem öyle yaklaşmış ve her dem büyüklüğünü yapıp hâl hatır sormaktan öte geçmiştir. Bu hâli tanıştığı birçok insana hissettirdiğini, o sahiplenen, kenara bırakmayan tutumundan da biliyorum. Zira, bir müslümanın derdi, kardeşinin de derdidir, düsturunu en çok ondan öğrendim.
Yumruğunu sıkıp siyonistin kafasına!
Mürsel Sönmez denildi mi aklıma yumruğunu sıkıp dişlemek ve bir dergiyi sapan yapıp siyonistin kafasına taşı patlatmak gelir şiir yumağına sarıp. Bir tütün küfesinin içerisinden bin Anadolu, iki bin yürekli adam, bölünmez bir coğrafya, yorgun kadınlar çıkar Mürsel Sönmez insanların karşısına geçip şiirini aktarmaya başladığında.
Mürsel Sönmez aklıma geldi mi, bilirim ki İstanbul"da, bilirim ki Türkiye"de, bilirim ki şu hızla akan dünyada sözünü ve sesini Kudüs"e döndürmüş, yüreği güm güm samimiyet etrafında dönen bir Ağabey gelir aklıma. O ağabey ki yazanı, düşüneni, müslümanın ve genelde insanlığın derdini derdi belleyeni bulup alnından öper ki; “ağabeyler” gibi, “gelin elimi öpün!” diye makam-ı kibriyalarında oturmaz!
Mürsel Abi, delikanlı sâdasını ve duruşunu hiç kaybetmedi tanıştığım günden beri. Aynı coşku, aynı inanç, aynı rikkat her dem var oldu. En çokta, gözlerindeki o ışık hiç sönmedi: Bir gün mutlaka!.. diyen o ışık, kavgada yıkılanı utandıracak kadar ferli.
Mürsel Sönmez"in özünden biraz daha bahsedersem beni defterinden silmesinden korkarım. Bir dahaki sefere şiiri hakkında yazmak üzere; Mürsel Abi"nin mekanındaki refikler meclisini kaçırmamanızı öneririm.
Zeki Bulduk
www.dunyabizim.com
10 Şubat 2009
2011-07-29
2011-07-27
Edebiyat dergileri üzerine bir eleştiri-1
Körler ve sağırların birbirini ağırladığı küçük birer çete çoğu. Edebiyatın edep olduğunu unutarak şahsi hırslarına yenik düşen ve de entelektüel olduklarını iddia eden bu zevat edepsiz ve cahil olduğunun farkında bile değil.
Herhangi bir iddialı edebiyat dergisinin kapağını kaldırdığımızda karşımıza şiir diye çıkan hezeyanları okuyunca içimize çöken sisi dağıtacak bir rüzgâr yok mudur?
Emeksiz ve çilesiz üç beş sloganik birikimle ya da bir gruba dâhil olmakla hemen namlı şair ve yazar olduğunu zanneden bu insanlar aslında edebiyat ağacının köküne kibrit suyu dökmekten başka bir şey yapmıyorlardır.
Şöhretin arkasına sığınarak ne yazsam okunur mantığıyla saçma sapan dizeleri şiir diye yutturan şairleriyle kendisine mektup gönderen okuyucuyu adam hesabına almayan kibirli ve ukala yayın yönetmenleriyle sanattan çok kayırdığı adama bakan edebiyat şikecileriyle ayrımı ayrı gayrımı gayrı bir âlemdir bu âlem.
Dışarıdan bakıldığında İslami bir görüntünün arkasına saklanan ve de bir medeniyet inşasında görev aldıklarını iddia eden bazı dergiler ise buram buram dünya kokmaktadırlar.
Edebiyat dergilerinin sözlü ve görüntülü medya karşısında zaten yarışa on sıfır yenik başladıkları bir ortamda birde suyun başını tutan bazı zatların insafsız ve adaletsiz tutumları bu yenilgiyi artırıp durmaktadır.
Büyük bir medeniyetin çocukları ne yazık ki küçük mü küçük komplekslerinin bataklığında boğulup durmaktadır.
Vicdanını kâğıt tüccarına ipotek ettiren yayıncıların, ruhunu kamuoyunun aldatılması uğruna pazarlayan reklamcıların, beynini sermaye kapısında bekçi diye diken ilim adamlarının cirit attığı bir aydınlar dünyasında var olan bu tekeli nasıl kırılabilir bilemem.
Rifat Cantekin
www.defterk.com
10 Temmuz 2011
Herhangi bir iddialı edebiyat dergisinin kapağını kaldırdığımızda karşımıza şiir diye çıkan hezeyanları okuyunca içimize çöken sisi dağıtacak bir rüzgâr yok mudur?
Emeksiz ve çilesiz üç beş sloganik birikimle ya da bir gruba dâhil olmakla hemen namlı şair ve yazar olduğunu zanneden bu insanlar aslında edebiyat ağacının köküne kibrit suyu dökmekten başka bir şey yapmıyorlardır.
Şöhretin arkasına sığınarak ne yazsam okunur mantığıyla saçma sapan dizeleri şiir diye yutturan şairleriyle kendisine mektup gönderen okuyucuyu adam hesabına almayan kibirli ve ukala yayın yönetmenleriyle sanattan çok kayırdığı adama bakan edebiyat şikecileriyle ayrımı ayrı gayrımı gayrı bir âlemdir bu âlem.
Dışarıdan bakıldığında İslami bir görüntünün arkasına saklanan ve de bir medeniyet inşasında görev aldıklarını iddia eden bazı dergiler ise buram buram dünya kokmaktadırlar.
Edebiyat dergilerinin sözlü ve görüntülü medya karşısında zaten yarışa on sıfır yenik başladıkları bir ortamda birde suyun başını tutan bazı zatların insafsız ve adaletsiz tutumları bu yenilgiyi artırıp durmaktadır.
Büyük bir medeniyetin çocukları ne yazık ki küçük mü küçük komplekslerinin bataklığında boğulup durmaktadır.
Vicdanını kâğıt tüccarına ipotek ettiren yayıncıların, ruhunu kamuoyunun aldatılması uğruna pazarlayan reklamcıların, beynini sermaye kapısında bekçi diye diken ilim adamlarının cirit attığı bir aydınlar dünyasında var olan bu tekeli nasıl kırılabilir bilemem.
Rifat Cantekin
www.defterk.com
10 Temmuz 2011
2011-07-26
Evvel Zaman İçinde 'Kırağı'
90’lı yılların şiir okur-yazarının uğradığı bir bucaktı Kırağı dergisi.
Yorgun adamların konar göçer koşusuydu Kırağı. Taşranın arı duru sesiyle, söylenmesi gereken ne varsa sarmak istiyordu şiire. İnsanın içindeki aynadan yüzüne, gözlerinin içine bakması için koşturdu. 90’lı yıllarda şiir okur-yazarının uğradığı bir bucak oldu.
Zulmün, kutsalı hayatın damarlarından silkelemeye yeltendiği bir zamanda aramızdan hızlıca akıp gitti. İki mevsimlik ömürde, içinde biriktirdiği denizlerin sesini sessizce şiirlere sakladığı belliydi.
Üç adamın işi
Kimi okurları için hayata balans yapılırken çıkan gıcırtıya aldırmamaktı Kırağı. Omuzbaşlarını kaldırmak için koşup da yorgun adamların yürekleri altına büzülüp soluklanabilecekleri bir yerdi.
“İnsanlar koşuşturmada, herkes bir yerlere yetişmenin, bir şeyleri bitirmenin telaşında, herkes cam fanusunu yanında taşımakta” idi. Bu arada bazı yorgun adamlar kalabalıktan ayrıldı. Cengiz Coşkun, Mehmet Durmaz ve Tayyib Atmaca… Bu üç yorgun adam, bir koşu koparmışlardı göklerin yamaçlarından kendilerine. Adına ‘Kırağı’ dedikleri bir gökkoşusuydu bu.
Kimler vardı Kırağı’da
Bugün aramızdan göçmüş bulunan H.Ali Kasır, Hüseyin Alacatlı, Nazir Akalın gibi şairlerin durak taşıydı. Şimdi Kırağı’yı özlemekten bahsetmek; hali hazırda çıkan edebiyat, şiir dergilerinden aynı tınıyı duymadığımıza vardıracak sözün sonunu belki. Ama Mustafa Özçelik, İsmail Karakurt, Gökhan Akçiçek, Selçuk Küpçük, Cengiz Coşkun, Mehmet Durmaz gibi şairlerin yanında Recep Garip, Nurullah Ulutaş, Bünyamin K. ve Mustafa Uçurum’un şiirlerini çoğu Anadolu gencinin Kırağı’da okuduğunu hatırlamak gerek. 90’lı yılların şiir okurlarının Mustafa Pınarbaşı, Ahmet Yalçınkaya, Yasin Mortaş, Hüseyin Sönmezler, Cengiz Coşkun, Metin Demirci, Erdal Noyan, Hanifi İspirli, Mehmet Aycı, Tayyib Atmaca ve Cevat Akkanat’ın şiirlerini iki kapak arasında ilk bulabildikleri adres yine Kırağı olmuştu.
45 gün beklenirdi
Kırağı ilk mevsiminde salt şiir dergisi olarak ilk sayısını Mart-Nisan 1994’te Osmaniye’den taşranın sadeliğiyle, hayatın kaynayan homurtusuna kırağı serinliğinde bir sükunet taşımak için çıkardı. 90’lı yılların şiir-edebiyat ortamına her ne kadar müdahale etmek iddiasında olmasa da sonraki yıllarda çıkan dergilerin en azından editörlerini, şairlerini, yazarlarını bağrında büyütmüş olmanın neşesini duymalıdır yattığı yerden.
27 sayıyla sürer koşu, “Kırkbeş günde bir yayınlanır” ve ilk çıktığı yıl, dokuz sayı boyunca “para ile satılmaz alanın (ağanın) eli tutulmaz” denilerek ücretsiz olarak “okuruna ulaştırılır”. Hayatın bütün renklerini sadrında taşıdığını izhar etmek istercesine her sayıda farklı bir renkle sürdürür koşusunu.
Bir gün o da bitti!
Kırağı, ikinci mevsiminde 28. sayıdan itibaren bir yıl daha koşturdu. Yol uzayıp da Kasım 1999’da 36. sayısı okuruna ulaştığında “yorgun adamların koşusu burada sona eriyor” diyordu. Bilekleri kavi, yürekleri yufka adamlar, hafızamızda izler bırakıp çekiliyordu hayatın damarlarına yeniden. Kırağı’dan başka yeni adlar takarak sabrın saçlarına, ‘çünkü hiçbir şey değişmiyor’ derken sitem etmeden yenilgili kadere ve son kez; “Ateşe taştan etten askerler yontan usta / İhanete uğramış ölüler var ortada / Köpeklerini bağla” diye haykırarak bitirdiler ‘Kırağı Koşusu’nu.
Şimdi Kırağı’ların avuçlarımıza doluştuğu günlere bakıp da bir dost sohbeti özlemiyle “içindeki bir yerden bakıp kendi kubbesine, rastladığı sesinde nasıl da ah çektiğini duyup utanan Hüseyin Alacatlı’nın, o toz duman arasında sesini tren raylarına bırakan Nazir Akalın’ın, okurunu “Şiir Seansları”na çağıran Hasan Ali Kasır’ın sadrına dokundukları Kırağı’yı hatırlamak... Sanırım hüzün tam da burada doluyor insan gözlerimize.
Kırağı’nın şiir adına bir şeyler yapıp yapmadığını anlamak için günümüzde okuduğumuz ‘şuarâ’yı saymak yeterli olacaktır.
Kırağı, 90’lı yıllarda bir taşra dergisi olarak ruhumuzu iki mevsim şiirlerin ardı sıra koşturup, Zarif’ce; “koşu bitince aşk bir yorulmadır kaçılmaz kırbacından” diyerek geçti üzerimizden.
Gökhan Serter
26 Temmuz 2011
www.dunyabizim.com
Yorgun adamların konar göçer koşusuydu Kırağı. Taşranın arı duru sesiyle, söylenmesi gereken ne varsa sarmak istiyordu şiire. İnsanın içindeki aynadan yüzüne, gözlerinin içine bakması için koşturdu. 90’lı yıllarda şiir okur-yazarının uğradığı bir bucak oldu.
Zulmün, kutsalı hayatın damarlarından silkelemeye yeltendiği bir zamanda aramızdan hızlıca akıp gitti. İki mevsimlik ömürde, içinde biriktirdiği denizlerin sesini sessizce şiirlere sakladığı belliydi.
Üç adamın işi
Kimi okurları için hayata balans yapılırken çıkan gıcırtıya aldırmamaktı Kırağı. Omuzbaşlarını kaldırmak için koşup da yorgun adamların yürekleri altına büzülüp soluklanabilecekleri bir yerdi.
“İnsanlar koşuşturmada, herkes bir yerlere yetişmenin, bir şeyleri bitirmenin telaşında, herkes cam fanusunu yanında taşımakta” idi. Bu arada bazı yorgun adamlar kalabalıktan ayrıldı. Cengiz Coşkun, Mehmet Durmaz ve Tayyib Atmaca… Bu üç yorgun adam, bir koşu koparmışlardı göklerin yamaçlarından kendilerine. Adına ‘Kırağı’ dedikleri bir gökkoşusuydu bu.
Kimler vardı Kırağı’da
Bugün aramızdan göçmüş bulunan H.Ali Kasır, Hüseyin Alacatlı, Nazir Akalın gibi şairlerin durak taşıydı. Şimdi Kırağı’yı özlemekten bahsetmek; hali hazırda çıkan edebiyat, şiir dergilerinden aynı tınıyı duymadığımıza vardıracak sözün sonunu belki. Ama Mustafa Özçelik, İsmail Karakurt, Gökhan Akçiçek, Selçuk Küpçük, Cengiz Coşkun, Mehmet Durmaz gibi şairlerin yanında Recep Garip, Nurullah Ulutaş, Bünyamin K. ve Mustafa Uçurum’un şiirlerini çoğu Anadolu gencinin Kırağı’da okuduğunu hatırlamak gerek. 90’lı yılların şiir okurlarının Mustafa Pınarbaşı, Ahmet Yalçınkaya, Yasin Mortaş, Hüseyin Sönmezler, Cengiz Coşkun, Metin Demirci, Erdal Noyan, Hanifi İspirli, Mehmet Aycı, Tayyib Atmaca ve Cevat Akkanat’ın şiirlerini iki kapak arasında ilk bulabildikleri adres yine Kırağı olmuştu.
45 gün beklenirdi
Kırağı ilk mevsiminde salt şiir dergisi olarak ilk sayısını Mart-Nisan 1994’te Osmaniye’den taşranın sadeliğiyle, hayatın kaynayan homurtusuna kırağı serinliğinde bir sükunet taşımak için çıkardı. 90’lı yılların şiir-edebiyat ortamına her ne kadar müdahale etmek iddiasında olmasa da sonraki yıllarda çıkan dergilerin en azından editörlerini, şairlerini, yazarlarını bağrında büyütmüş olmanın neşesini duymalıdır yattığı yerden.
27 sayıyla sürer koşu, “Kırkbeş günde bir yayınlanır” ve ilk çıktığı yıl, dokuz sayı boyunca “para ile satılmaz alanın (ağanın) eli tutulmaz” denilerek ücretsiz olarak “okuruna ulaştırılır”. Hayatın bütün renklerini sadrında taşıdığını izhar etmek istercesine her sayıda farklı bir renkle sürdürür koşusunu.
Bir gün o da bitti!
Kırağı, ikinci mevsiminde 28. sayıdan itibaren bir yıl daha koşturdu. Yol uzayıp da Kasım 1999’da 36. sayısı okuruna ulaştığında “yorgun adamların koşusu burada sona eriyor” diyordu. Bilekleri kavi, yürekleri yufka adamlar, hafızamızda izler bırakıp çekiliyordu hayatın damarlarına yeniden. Kırağı’dan başka yeni adlar takarak sabrın saçlarına, ‘çünkü hiçbir şey değişmiyor’ derken sitem etmeden yenilgili kadere ve son kez; “Ateşe taştan etten askerler yontan usta / İhanete uğramış ölüler var ortada / Köpeklerini bağla” diye haykırarak bitirdiler ‘Kırağı Koşusu’nu.
Şimdi Kırağı’ların avuçlarımıza doluştuğu günlere bakıp da bir dost sohbeti özlemiyle “içindeki bir yerden bakıp kendi kubbesine, rastladığı sesinde nasıl da ah çektiğini duyup utanan Hüseyin Alacatlı’nın, o toz duman arasında sesini tren raylarına bırakan Nazir Akalın’ın, okurunu “Şiir Seansları”na çağıran Hasan Ali Kasır’ın sadrına dokundukları Kırağı’yı hatırlamak... Sanırım hüzün tam da burada doluyor insan gözlerimize.
Kırağı’nın şiir adına bir şeyler yapıp yapmadığını anlamak için günümüzde okuduğumuz ‘şuarâ’yı saymak yeterli olacaktır.
Kırağı, 90’lı yıllarda bir taşra dergisi olarak ruhumuzu iki mevsim şiirlerin ardı sıra koşturup, Zarif’ce; “koşu bitince aşk bir yorulmadır kaçılmaz kırbacından” diyerek geçti üzerimizden.
Gökhan Serter
26 Temmuz 2011
www.dunyabizim.com
'Bir nokta' edebiyat dergisi
Bu böyledir işte; zaman akacak, yaşanılması gerekenler yaşanacaktır. Edebiyat da diğer insanlık damarları gibi ataduracak ve duracaktır bir gün. Aşk kıracak çerçevesini yerleşik düzenin ve kendi mimarisini icraya başlayacak, akıl, dilenciliğini sürdürecektir kabuğunu kırana dek. İnsanlığını gerçekleştirmiş insanla “nakıs” olan insan biteviye çatışacaktır. Kimi zaman zorbalık “meydan alacak”, kimi zaman da sevgi ve şefkat kanatlı adaletin kuşları havalanacaktır
yeryüzünden. Aynı zamanda bir “kibirkıran” olan hayat herkese “hadd”ini bildirecektir. “İstikbar”in izmihlali kaçınılmaz bir sondur. “Sen şarkılarını söyle“ diyor Alfonso, şarkılarımızlayız zaten, hep “ nadım inat, anayön levhası” dedikti ya.
“Yeryüzünün çelişiği” diyordu geçen sayımızda Bünyamin Durali. Evet yeryüzü çelişiği böyle. Bu şiirin bir dizesini “vehmettiği” sözcüğüyle tahrif etmişiz,düzeltiriz bu “alt çelişiği”. Ve Süleyman Çelik :
Aaa
Uçtu bile kuş…
Esenlikle.
M. S.
İrtibat:
'Bir nokta' edebiyat dergisi, Kültür Dergi Dağıtım(KDD) ile tüm NT mağazalarında...
yeryüzünden. Aynı zamanda bir “kibirkıran” olan hayat herkese “hadd”ini bildirecektir. “İstikbar”in izmihlali kaçınılmaz bir sondur. “Sen şarkılarını söyle“ diyor Alfonso, şarkılarımızlayız zaten, hep “ nadım inat, anayön levhası” dedikti ya.
“Yeryüzünün çelişiği” diyordu geçen sayımızda Bünyamin Durali. Evet yeryüzü çelişiği böyle. Bu şiirin bir dizesini “vehmettiği” sözcüğüyle tahrif etmişiz,düzeltiriz bu “alt çelişiği”. Ve Süleyman Çelik :
Aaa
Uçtu bile kuş…
Esenlikle.
M. S.
İrtibat:
'Bir nokta' edebiyat dergisi, Kültür Dergi Dağıtım(KDD) ile tüm NT mağazalarında...
`İsyan ettim, dergi çıkardım'
Fayrap dergisi Yayın Yönetmeni Hakan Arslanbenzer`i konuk ediyoruz. Arslanbenzer`le Fayrap`ı, daha önce yayınladığı dergileri ve kültür hayatımızı konuştuk.
Kendinizi şöyle anlatıyorsunuz: “Memleketten geldim. İsyan ettim. Yazı yazdım, dergi çıkardım. İsmet Özel’le tanıştım.” Edebiyatın içinde olmak, ayakta kalmak için derginin içinde, mutfağında olmak şart mıdır?
Edebiyatın içinde olmak için yazmak yeterlidir herhalde. Ama edebiyatı değiştirmek istiyorsanız mutlaka bundan fazlasını yapmanız lazım. Edebiyat siyaseti dergiyle olur. Çünkü dergi başka insanlarla bir olup kolektif şekilde hareket etmek demek. Mevcut içinde kendine bir yer bulmaktan memnuniyet duyacak insanlar bireysel davranabilirler. Ama bireysel davranıyorlarsa mevcuttan da şikâyet etmemeliler. Mevcudu değiştirmek isteyenlerse kendilerini doğal olarak siyasetin yani edebiyat hareketlerinin içinde bulacaklardır.
Çıkardığınız her dergiyi sahipleniyor, önemsiyor, hem şahsî tarihinizde hem de edebiyat tarihinde önemli bir yere koyuyorsunuz. Şehrengiz’den Fayrap’a gelen süreç bir istikrar mıdır yoksa farklı edebî çizgilerin denenmesi midir?
Şehrengiz bizim tarih öncemiz sayılır. Tarihimiz net olarak Atlılar’ın çıkışıyla başlar. Atlılar orijinal bir yayın ve hareketti. İlkeleri, kesin hedefleri, emir ve yasakları vardı. Mesela deneme yayımlamazdık, sadece eleştiri yazılarına yer verirdik. Epik şiiri lirik şiirin önüne koyardık. Dergi kadrosu esas eserlerini Atlılar’da yayımlar, diğer dergilere sadece Atlılar’da yayımlanmayacak şeyler gönderilirdi. Bu tavır bir yoğunlaşmayı getirdi ve yeni bir karakterin ortaya çıkmasını sağladı. Atlılar’da bu karakterin ortaya çıkmasında emeği olan birçok arkadaşın sürecin dışında kalması ilginçtir; üzerinde düşünmeye layıktır. Fayrap, Atlılar’ın devamı oldu tabii, ama tekrarı değil. Neo-Epik Şiirden popülist kültür doğdu. Edebiyatla düşünce arasındaki gerilimli mesafe azaldı.
FAYRAP: HALKIN RUHU
Fayrap, on yedi sayı, “Türkiye’nin edebiyat dergisi” şiarıyla çıktı, onsekizinci sayıdan itibaren de “Popülist edebiyat dergisi” şiarıyla çıkıyor. Edebiyatı halka karşı bir sorumluluk olarak mı görmeye başladınız?
Edebiyatı kişisel bir şey olarak gördüğüm zamanlar da oldu. Fakat temelde her zaman halkın emekleri neticesinde okur yazar olduğumu biliyordum. 1971’liyim, bu şekilde yetiştirildim. Ailem de öğretmenlerim de daima halkçılığı yüklemişlerdir bana. 90’larda elitist bir hava hâkim olmaya başladı. 2000’lerin ortasında bunun halkı aşağılamaya dönüştüğünü, entelektüellerin halktan arındırılmış bir Türkiye tasavvur etmeye başladıklarını fark edince ve elbette gençlerin halk ve halkçılık konusunda hem bilgilerinin hem sezgilerinin azaldığını görünce popülizmi öne çıkarmak farz oldu.
“Halkın ruhu” başlıklı şiir ve “Popülizmin Amentüsü’ başlıklı yazı yazdınız. Halkın ruhu sizin ruhunuz mudur?
O şiirde halkın entelektüel bir ruha sahip olmamasından yola çıkıyorum. Elitizmin sebeb-i mevcudiyeti budur zaten. Halkın modern anlamı içinde bir ruhu olmayabilir. Bunu ben de kabul ederim. Fakat elit ruhun da asılsız, köksüz olduğu kanaatindeyim. Şiirde kendi elitist tarafımla hesaplaşma eğilimindeyim sanırım. Halkın bir ruhu yok ama sen kimsin, halkla aynı maddeden değil misin? Bu tefekkürün neticesinde senin dediğin şey çıkabilir. Bir halkın ruhu halkçı yazar olabilir. Mantıklı olan bu.
SİYASET VE EDEBİYAT
“Siyasî edebiyat ne derece mümkündür?” veya “Edebiyat ve ideoloji” gibi meseleler yine gündemde. “Her şiir özünde belli derecede siyaseti, düşünceyi barındırır” cümlesinin sahibi olarak, bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Modern literatürde birçok kişi yazılan söylenen her şeyin doğrudan siyasi bir görüntüye sahip olmasa bile siyasi bir bağlama sahip olduğunu gösterdi. Özellikle 1960’larda tüm dünyada bunun altı kalın çizgilerle çizilmişti. Ben üniversitede okurken, 90’ların başında “Her şey siyasettir” sözü yeniden dile getirilir olmuştu. Benim kafam böyle bir mantıkla işliyor. Her şey siyasettir kaziyesi her düşüncemin temelini oluşturuyor. Liseyi bitirip üniversiteyi kazandığımız yazın sonunda arkadaşlarla bir veda yemeği yemiştik. Her arkadaş üniversite ve sonrası için planlarını anlatıyordu. Bir kız arkadaş “Ben siyaset yapmayı düşünmüyorum” dedi. Ben de ona bu da bir siyasettir dedim. O da haklısın, demek ki ben hayatım boyu siyasetsizlik siyasetinin içinde olacağım gibi şeyler söyledi. Sonra da Amerika’ya yerleşti. Bana öyle geliyor ki belli bir siyasete katılmıyorsanız, başka bir siyasetin gölgesinden yararlanmak istiyorsunuzdur. Türkiye’de yapılan her iş siyasi olmak zorunda. Çünkü tarih sahnesinde hak ettiğimiz yerde olmadığımızı hissediyoruz.
Bir de tabii, Türk şiirinin nabzının ideolojik kesimlerin üstünü örttüğü günlük hayatın içinde atması meselesi var.
İdeolojik grupların siyaseti asıl büyük hayat kavgası ve bu kavgadaki siyasetin karşısında güdük kalıyor. İdeolojik çevreler kelimeler için kavga veriyor. Aslolan uygulamadır, gerçektir. Allah bir diyen hiç kimse başkalarına zulmetmez, kimsenin zulmüne de boyun eğmezdi yoksa. Gerçekte Allah bir’i yaşamak o kadar kolay değil. Ben Müslümanlığın ideolojik grupların güdük söylemleri içinde değil, halkın günlük yaşayışı içinde, mesela adalet kaygısında yaşadığını düşünüyorum. Sıradan birine sıradan bir konuda bile adaletli davranması gerektiğini hatırlattığınızda eli ayağı birbirine dolanıyor. Adalet her an gerçekleşmese bile sürekli bir beklenti olarak halkın içinde yaşıyor. Halk her an adalet talep ediyor. İdeolojik gruplarsa fırsat kolluyor.
DÜNYANIN DEĞİŞTİĞİNİ GÖRMEK İSTİYORUM
“Yazılarımın konusu mücadeledir, yazmamın kendisi de ilk günden beri mücadele olmuştur” diyorsunuz. “Zulme uğramış şair” fikri bu mücadele azminizi de destekliyor. Diğer yandan da edebiyat dünyasında önemli karşılığınız var. Bundan sonra, mücadelenizin seyri nasıl devam edecektir?
Mücadele belli bir yere gelmek için değil; bu yüzden de karşılık bulmak beni gevşetmez. Ben dünyanın değiştiğini görmek isteyenlerdenim. Bir tarafta büyük güçlerin kendilerini ilah görerek istedikleri oyunu oynadıkları, diğer yandan bu güçlerin doğrudan ya da dolaylı olarak besledikleri siyaset ve sanat erbabının zulmü haklı gösterecek siyaset ve uyuşturucu sanat yaptığı bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum. Biz azınlıktayız. Çoğunlukla birlikteyiz ama parasal iktidar ve yardakçısı sanat karşısında azınlıktayız. Büyük güç sadece maddi varlıklarla değil kültürel ürünler ve normlarla da okuryazar insanları iğfal ediyor. Kendi muhaliflerini bile istediği gibi yönlendiriyor. Muvafık veya muhalif olmak bir anlam ifade etmiyor; ikisi de aynı trenin farklı vagonlarında hepsi bu. Bunun için bu mücadele bitmez. Davayı kazansak bile bitmez. Bir şey kazandığımızda şöhretimiz ve nefsimiz çıkıyor çünkü karşımıza. Ben oldum diyen ölmüştür.
“Vazife ve dava bilinci” gibi kavramları önemsiyor, edebiyatın bunlar üzerine bina edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Sizin kuşağın önemli isimlerinde aynı düşünce ve kaygı fazlasıyla var. Edebiyat hangi davaya sahip çıkmalıdır?
Dava insanca yaşamak davasıdır. Ve bu da Müslümanca yaşamak, Müslüman olmayanlar da hakkaniyetli bir ilişki kurmak demek. Edebiyatta davanın ilk gereği haksızlığın izalesi, hakkın teslimidir. Sağcılar da solcular da Mehmet Akif şair değil, manzumecidir diyorlar. Çünkü Akif şair dersek etik-estetik ayrımı ortadan kalkacak; şairin ahlakı başka şiiri başka olmayacak. Ayrıca Osmanlılarla çağdaş olacağız, Türk şiirinin kopuk halkası (Tanzimat-Meşrutiyet) tamir edilmiş olacak. Tanzimat ve Meşrutiyet bizim kayıp halkamızdır. Oysa bize vazifeyi de davayı da öğreten dönem bu dönemdir. O dönemin Namık Kemal gibi, Şair Eşref gibi, Fikret ve Akif gibi yazarları da siyasi ve ahlaki dava ile edebiyatı bir bütün olarak görmüşlerdir. Edebiyat dille yapılıyor, dil ise bir halkın anlaşma dili. Edebiyatın sahip çıkacağı dava o dille ifade edilen, edilebilecek her derdin, her sıkıntının davasıdır. Yazık ki bugünkü edebiyat önemli oranda eğlencedir; geri kalan kısmıysa meselelerimizi adlandırma konusunda henüz başlangıç aşamasındadır. Eğlencenin zararı yok ama her şey eğlence olunca zulüm gözden kaçabiliyor.
BU MEMLEKETİN EVLADI OLMAK YETERLİ
Sürekli olarak dergilerinizde genç kalemlere şahit oluyoruz. Bunun yanında sizin dillendirdiğiniz şiir anlayışına uygun yazan belli bir şair topluluğu var. Edebiyata her zaman taze kan kazandırmak, diğer yanda da şiir anlayışınızı şairlerle güçlendirmek düşüncesi sizi nasıl etkiliyor?
Yeni bir şiire, yeni bir şaire duyduğum heyecan eskiden nasılsa şimdi de öyle. Kendi yaşıtlarımın ilk şiirlerini nasıl karşıladıysam 1992-93 doğumluların Fayrap’a gelen veya başka dergilerde çıkan şiirlerine karşı da aynı iyimser ve iyicil bakışa sahibim. Şiir hep bu şekilde, çoğu şeyden habersiz insanların şiire doğuşuyla tazeleniyor, değişiyor. Biz Fayrap, popülist kültür ve Neo-Epik Şiir olarak şiirde, düşünce ve kültürde bir partiyiz. Eskiye oranla daha popüler ve esas olarak da daha popülist bir parti olduk. Kapımız eskiden aralıktı, şimdi tamamen açık. Bizimle çalışmak için partinin askeri olmak da şart değil artık. Belli siyasi, estetik ve ahlaki dikkatlere sahipseniz rahatlıkla Fayrap’ta yazabilirsiniz. Popülist Kültür Derneği’ne üye olmak ve dernek faaliyetlerine katılmak içinse hiçbir ön şart yok. Bu memleketin evladı olmak yeterli.
“İslâmcılar bir kültür sınavından geçiyor” diyorsunuz. Bu sınavın şifrelerini biraz açar mısınız?
Kültür dediğimiz şeyi bugüne kadar İslamcılar iktidar seviyesinden yürütmediler. Her zaman maruz kalan ve sistem dışında hareket eden, bu nedenle de ulusal çapta ve dünya çapında kültürel sonuçlar ve çözümler yaratmada engellerle karşılaşan bir topluluktuk. Tek bir cemaat gibi algılıyorduk kendimizi ve hem Türkiye’deki iktidar ve devletin hem uluslararası düzenin yarattığı sıkıntıları aşmakta zorlanıyorduk. Bugün İslamcılığın çok fazla avantajı var. Birçok anlamda suyun başında İslamcılar var. Ulusal kültürü yönlendirme vazifesi İslamcılarda. Daha önce solcular ve milliyetçiler bu sınavı bence çok iyi veremedi. Kendi aralarındaki kavgayı tüm resmi, yarı resmi ve gayri resmi kuruluşlar ve faaliyetler düzeyinde yaşadılar, yaşattılar. İslamcılar daha yumuşak ve paylaşımcı görünüyor ama bunun eziklikten mi yoksa zihin açıklığından mı kaynaklandığı henüz tam belli olmuyor. Kültür politikaları ekonomi idaresine veya kamu idaresine benzemez. Paylaşımcı, diyalogcu gösteriş de yetmeyebilir. Hem samimiyet hem gayret gerekiyor. İslamcıların bugüne kadar oluşan mirası ellerinin tersiyle itmemeleri Türk halkı için büyük bir kazanç. Ama kurucu irade göremiyorum İslamcılarda. Popülerliğe kafayı fazla takıyorlar. Bir gün küçük bir deney yapıp 10 tane İslamcı arkadaşa 25 tane klasik yazın dedim ve 10 farklı liste ortaya çıktı. Ve listelerin hiçbirinde Kur’an-ı Kerîm ve Sahih-i Buhari yoktu. Bu çok ilginç bir durum. Okumadıklarından değil. Ama bizim klasiklerimiz nedir gibi bir soruyu tam olarak sormamışlar, sormamışız kendimize. Yeni bir sınav bu bence.
ATLILAR’LA FAYRAP’IN FARKI
“Atlılar’ın tam olarak bir hayat önerisi sunamadığı” fikrini siz dilendiriyorsunuz. Fayrap’ın sunduğu hayat önerisi edebiyat ve siyaset çevreleri ile toplumda nasıl bir karşılık bulmuştur?
“Toplum” biraz fazla geniş. 72 milyon insanı hedeflemek bir hayal. Ama belli sayıda okumayı yazmayı seven genç okuyucuda ve edebiyat camiasında bir karakter ve davranış tarzı olarak Fayrap’ın, Popülist Kültür ve Neo-Epik Şiirin bir karşılığı var. Okuma biçimi bunlardan biri. Modern ve Müslüman olmak diyebilirim buna. Bunun Atlılar’daki deneyi sosyal olarak başarısız oldu. Fayrap ise bu anlamda gözenekleri daha açık bir yayın. Atlılar kütüphaneden telgraf çeken bir yayındı adeta. Fayrap ayak üstü durup sizinle konuşuyor.
Fayrap, şiirin, edebiyatın ateşini yükseltmeye hangi anlayış ve ilkelerle devam edecek?
Mevcut edebiyatı eleştirel bir gözle izlemek yaptığımız, yapmaya devam edeceğimiz bir şey. Buna popülist kültür yazılarını eklemek istiyoruz. Birkaç sayıdır da bunun provalarını yaptık. Bunlar daha geniş bir alana bakarak zeka ve adaletin gerektirdiği noktaları görmeye çalıştığımız yazılar. Edebiyat, tarih, psikoloji, sosyoloji, popüler kültür, hatta sokak kültürü gibi sahalarda akademi dışı sıcakkanlı bir düşünce yaratmak istiyoruz. Sıfırdan başlamıyoruz çok şükür. Ama okuyan herkesin anlayabileceği ve hak vereceği, kendi kişisel meraklarını geliştirebileceği yazılar oluyor bunlar. Şimdiye kadar çok olumlu tepkiler aldık. Bunu devam ettirip mücadelemizi müdahaleye dönüştürmek istiyoruz.
Söyleşi: Osman Toprak
www.dunyayayenisoz.com
Kendinizi şöyle anlatıyorsunuz: “Memleketten geldim. İsyan ettim. Yazı yazdım, dergi çıkardım. İsmet Özel’le tanıştım.” Edebiyatın içinde olmak, ayakta kalmak için derginin içinde, mutfağında olmak şart mıdır?
Edebiyatın içinde olmak için yazmak yeterlidir herhalde. Ama edebiyatı değiştirmek istiyorsanız mutlaka bundan fazlasını yapmanız lazım. Edebiyat siyaseti dergiyle olur. Çünkü dergi başka insanlarla bir olup kolektif şekilde hareket etmek demek. Mevcut içinde kendine bir yer bulmaktan memnuniyet duyacak insanlar bireysel davranabilirler. Ama bireysel davranıyorlarsa mevcuttan da şikâyet etmemeliler. Mevcudu değiştirmek isteyenlerse kendilerini doğal olarak siyasetin yani edebiyat hareketlerinin içinde bulacaklardır.
Çıkardığınız her dergiyi sahipleniyor, önemsiyor, hem şahsî tarihinizde hem de edebiyat tarihinde önemli bir yere koyuyorsunuz. Şehrengiz’den Fayrap’a gelen süreç bir istikrar mıdır yoksa farklı edebî çizgilerin denenmesi midir?
Şehrengiz bizim tarih öncemiz sayılır. Tarihimiz net olarak Atlılar’ın çıkışıyla başlar. Atlılar orijinal bir yayın ve hareketti. İlkeleri, kesin hedefleri, emir ve yasakları vardı. Mesela deneme yayımlamazdık, sadece eleştiri yazılarına yer verirdik. Epik şiiri lirik şiirin önüne koyardık. Dergi kadrosu esas eserlerini Atlılar’da yayımlar, diğer dergilere sadece Atlılar’da yayımlanmayacak şeyler gönderilirdi. Bu tavır bir yoğunlaşmayı getirdi ve yeni bir karakterin ortaya çıkmasını sağladı. Atlılar’da bu karakterin ortaya çıkmasında emeği olan birçok arkadaşın sürecin dışında kalması ilginçtir; üzerinde düşünmeye layıktır. Fayrap, Atlılar’ın devamı oldu tabii, ama tekrarı değil. Neo-Epik Şiirden popülist kültür doğdu. Edebiyatla düşünce arasındaki gerilimli mesafe azaldı.
FAYRAP: HALKIN RUHU
Fayrap, on yedi sayı, “Türkiye’nin edebiyat dergisi” şiarıyla çıktı, onsekizinci sayıdan itibaren de “Popülist edebiyat dergisi” şiarıyla çıkıyor. Edebiyatı halka karşı bir sorumluluk olarak mı görmeye başladınız?
Edebiyatı kişisel bir şey olarak gördüğüm zamanlar da oldu. Fakat temelde her zaman halkın emekleri neticesinde okur yazar olduğumu biliyordum. 1971’liyim, bu şekilde yetiştirildim. Ailem de öğretmenlerim de daima halkçılığı yüklemişlerdir bana. 90’larda elitist bir hava hâkim olmaya başladı. 2000’lerin ortasında bunun halkı aşağılamaya dönüştüğünü, entelektüellerin halktan arındırılmış bir Türkiye tasavvur etmeye başladıklarını fark edince ve elbette gençlerin halk ve halkçılık konusunda hem bilgilerinin hem sezgilerinin azaldığını görünce popülizmi öne çıkarmak farz oldu.
“Halkın ruhu” başlıklı şiir ve “Popülizmin Amentüsü’ başlıklı yazı yazdınız. Halkın ruhu sizin ruhunuz mudur?
O şiirde halkın entelektüel bir ruha sahip olmamasından yola çıkıyorum. Elitizmin sebeb-i mevcudiyeti budur zaten. Halkın modern anlamı içinde bir ruhu olmayabilir. Bunu ben de kabul ederim. Fakat elit ruhun da asılsız, köksüz olduğu kanaatindeyim. Şiirde kendi elitist tarafımla hesaplaşma eğilimindeyim sanırım. Halkın bir ruhu yok ama sen kimsin, halkla aynı maddeden değil misin? Bu tefekkürün neticesinde senin dediğin şey çıkabilir. Bir halkın ruhu halkçı yazar olabilir. Mantıklı olan bu.
SİYASET VE EDEBİYAT
“Siyasî edebiyat ne derece mümkündür?” veya “Edebiyat ve ideoloji” gibi meseleler yine gündemde. “Her şiir özünde belli derecede siyaseti, düşünceyi barındırır” cümlesinin sahibi olarak, bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Modern literatürde birçok kişi yazılan söylenen her şeyin doğrudan siyasi bir görüntüye sahip olmasa bile siyasi bir bağlama sahip olduğunu gösterdi. Özellikle 1960’larda tüm dünyada bunun altı kalın çizgilerle çizilmişti. Ben üniversitede okurken, 90’ların başında “Her şey siyasettir” sözü yeniden dile getirilir olmuştu. Benim kafam böyle bir mantıkla işliyor. Her şey siyasettir kaziyesi her düşüncemin temelini oluşturuyor. Liseyi bitirip üniversiteyi kazandığımız yazın sonunda arkadaşlarla bir veda yemeği yemiştik. Her arkadaş üniversite ve sonrası için planlarını anlatıyordu. Bir kız arkadaş “Ben siyaset yapmayı düşünmüyorum” dedi. Ben de ona bu da bir siyasettir dedim. O da haklısın, demek ki ben hayatım boyu siyasetsizlik siyasetinin içinde olacağım gibi şeyler söyledi. Sonra da Amerika’ya yerleşti. Bana öyle geliyor ki belli bir siyasete katılmıyorsanız, başka bir siyasetin gölgesinden yararlanmak istiyorsunuzdur. Türkiye’de yapılan her iş siyasi olmak zorunda. Çünkü tarih sahnesinde hak ettiğimiz yerde olmadığımızı hissediyoruz.
Bir de tabii, Türk şiirinin nabzının ideolojik kesimlerin üstünü örttüğü günlük hayatın içinde atması meselesi var.
İdeolojik grupların siyaseti asıl büyük hayat kavgası ve bu kavgadaki siyasetin karşısında güdük kalıyor. İdeolojik çevreler kelimeler için kavga veriyor. Aslolan uygulamadır, gerçektir. Allah bir diyen hiç kimse başkalarına zulmetmez, kimsenin zulmüne de boyun eğmezdi yoksa. Gerçekte Allah bir’i yaşamak o kadar kolay değil. Ben Müslümanlığın ideolojik grupların güdük söylemleri içinde değil, halkın günlük yaşayışı içinde, mesela adalet kaygısında yaşadığını düşünüyorum. Sıradan birine sıradan bir konuda bile adaletli davranması gerektiğini hatırlattığınızda eli ayağı birbirine dolanıyor. Adalet her an gerçekleşmese bile sürekli bir beklenti olarak halkın içinde yaşıyor. Halk her an adalet talep ediyor. İdeolojik gruplarsa fırsat kolluyor.
DÜNYANIN DEĞİŞTİĞİNİ GÖRMEK İSTİYORUM
“Yazılarımın konusu mücadeledir, yazmamın kendisi de ilk günden beri mücadele olmuştur” diyorsunuz. “Zulme uğramış şair” fikri bu mücadele azminizi de destekliyor. Diğer yandan da edebiyat dünyasında önemli karşılığınız var. Bundan sonra, mücadelenizin seyri nasıl devam edecektir?
Mücadele belli bir yere gelmek için değil; bu yüzden de karşılık bulmak beni gevşetmez. Ben dünyanın değiştiğini görmek isteyenlerdenim. Bir tarafta büyük güçlerin kendilerini ilah görerek istedikleri oyunu oynadıkları, diğer yandan bu güçlerin doğrudan ya da dolaylı olarak besledikleri siyaset ve sanat erbabının zulmü haklı gösterecek siyaset ve uyuşturucu sanat yaptığı bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum. Biz azınlıktayız. Çoğunlukla birlikteyiz ama parasal iktidar ve yardakçısı sanat karşısında azınlıktayız. Büyük güç sadece maddi varlıklarla değil kültürel ürünler ve normlarla da okuryazar insanları iğfal ediyor. Kendi muhaliflerini bile istediği gibi yönlendiriyor. Muvafık veya muhalif olmak bir anlam ifade etmiyor; ikisi de aynı trenin farklı vagonlarında hepsi bu. Bunun için bu mücadele bitmez. Davayı kazansak bile bitmez. Bir şey kazandığımızda şöhretimiz ve nefsimiz çıkıyor çünkü karşımıza. Ben oldum diyen ölmüştür.
“Vazife ve dava bilinci” gibi kavramları önemsiyor, edebiyatın bunlar üzerine bina edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Sizin kuşağın önemli isimlerinde aynı düşünce ve kaygı fazlasıyla var. Edebiyat hangi davaya sahip çıkmalıdır?
Dava insanca yaşamak davasıdır. Ve bu da Müslümanca yaşamak, Müslüman olmayanlar da hakkaniyetli bir ilişki kurmak demek. Edebiyatta davanın ilk gereği haksızlığın izalesi, hakkın teslimidir. Sağcılar da solcular da Mehmet Akif şair değil, manzumecidir diyorlar. Çünkü Akif şair dersek etik-estetik ayrımı ortadan kalkacak; şairin ahlakı başka şiiri başka olmayacak. Ayrıca Osmanlılarla çağdaş olacağız, Türk şiirinin kopuk halkası (Tanzimat-Meşrutiyet) tamir edilmiş olacak. Tanzimat ve Meşrutiyet bizim kayıp halkamızdır. Oysa bize vazifeyi de davayı da öğreten dönem bu dönemdir. O dönemin Namık Kemal gibi, Şair Eşref gibi, Fikret ve Akif gibi yazarları da siyasi ve ahlaki dava ile edebiyatı bir bütün olarak görmüşlerdir. Edebiyat dille yapılıyor, dil ise bir halkın anlaşma dili. Edebiyatın sahip çıkacağı dava o dille ifade edilen, edilebilecek her derdin, her sıkıntının davasıdır. Yazık ki bugünkü edebiyat önemli oranda eğlencedir; geri kalan kısmıysa meselelerimizi adlandırma konusunda henüz başlangıç aşamasındadır. Eğlencenin zararı yok ama her şey eğlence olunca zulüm gözden kaçabiliyor.
BU MEMLEKETİN EVLADI OLMAK YETERLİ
Sürekli olarak dergilerinizde genç kalemlere şahit oluyoruz. Bunun yanında sizin dillendirdiğiniz şiir anlayışına uygun yazan belli bir şair topluluğu var. Edebiyata her zaman taze kan kazandırmak, diğer yanda da şiir anlayışınızı şairlerle güçlendirmek düşüncesi sizi nasıl etkiliyor?
Yeni bir şiire, yeni bir şaire duyduğum heyecan eskiden nasılsa şimdi de öyle. Kendi yaşıtlarımın ilk şiirlerini nasıl karşıladıysam 1992-93 doğumluların Fayrap’a gelen veya başka dergilerde çıkan şiirlerine karşı da aynı iyimser ve iyicil bakışa sahibim. Şiir hep bu şekilde, çoğu şeyden habersiz insanların şiire doğuşuyla tazeleniyor, değişiyor. Biz Fayrap, popülist kültür ve Neo-Epik Şiir olarak şiirde, düşünce ve kültürde bir partiyiz. Eskiye oranla daha popüler ve esas olarak da daha popülist bir parti olduk. Kapımız eskiden aralıktı, şimdi tamamen açık. Bizimle çalışmak için partinin askeri olmak da şart değil artık. Belli siyasi, estetik ve ahlaki dikkatlere sahipseniz rahatlıkla Fayrap’ta yazabilirsiniz. Popülist Kültür Derneği’ne üye olmak ve dernek faaliyetlerine katılmak içinse hiçbir ön şart yok. Bu memleketin evladı olmak yeterli.
“İslâmcılar bir kültür sınavından geçiyor” diyorsunuz. Bu sınavın şifrelerini biraz açar mısınız?
Kültür dediğimiz şeyi bugüne kadar İslamcılar iktidar seviyesinden yürütmediler. Her zaman maruz kalan ve sistem dışında hareket eden, bu nedenle de ulusal çapta ve dünya çapında kültürel sonuçlar ve çözümler yaratmada engellerle karşılaşan bir topluluktuk. Tek bir cemaat gibi algılıyorduk kendimizi ve hem Türkiye’deki iktidar ve devletin hem uluslararası düzenin yarattığı sıkıntıları aşmakta zorlanıyorduk. Bugün İslamcılığın çok fazla avantajı var. Birçok anlamda suyun başında İslamcılar var. Ulusal kültürü yönlendirme vazifesi İslamcılarda. Daha önce solcular ve milliyetçiler bu sınavı bence çok iyi veremedi. Kendi aralarındaki kavgayı tüm resmi, yarı resmi ve gayri resmi kuruluşlar ve faaliyetler düzeyinde yaşadılar, yaşattılar. İslamcılar daha yumuşak ve paylaşımcı görünüyor ama bunun eziklikten mi yoksa zihin açıklığından mı kaynaklandığı henüz tam belli olmuyor. Kültür politikaları ekonomi idaresine veya kamu idaresine benzemez. Paylaşımcı, diyalogcu gösteriş de yetmeyebilir. Hem samimiyet hem gayret gerekiyor. İslamcıların bugüne kadar oluşan mirası ellerinin tersiyle itmemeleri Türk halkı için büyük bir kazanç. Ama kurucu irade göremiyorum İslamcılarda. Popülerliğe kafayı fazla takıyorlar. Bir gün küçük bir deney yapıp 10 tane İslamcı arkadaşa 25 tane klasik yazın dedim ve 10 farklı liste ortaya çıktı. Ve listelerin hiçbirinde Kur’an-ı Kerîm ve Sahih-i Buhari yoktu. Bu çok ilginç bir durum. Okumadıklarından değil. Ama bizim klasiklerimiz nedir gibi bir soruyu tam olarak sormamışlar, sormamışız kendimize. Yeni bir sınav bu bence.
ATLILAR’LA FAYRAP’IN FARKI
“Atlılar’ın tam olarak bir hayat önerisi sunamadığı” fikrini siz dilendiriyorsunuz. Fayrap’ın sunduğu hayat önerisi edebiyat ve siyaset çevreleri ile toplumda nasıl bir karşılık bulmuştur?
“Toplum” biraz fazla geniş. 72 milyon insanı hedeflemek bir hayal. Ama belli sayıda okumayı yazmayı seven genç okuyucuda ve edebiyat camiasında bir karakter ve davranış tarzı olarak Fayrap’ın, Popülist Kültür ve Neo-Epik Şiirin bir karşılığı var. Okuma biçimi bunlardan biri. Modern ve Müslüman olmak diyebilirim buna. Bunun Atlılar’daki deneyi sosyal olarak başarısız oldu. Fayrap ise bu anlamda gözenekleri daha açık bir yayın. Atlılar kütüphaneden telgraf çeken bir yayındı adeta. Fayrap ayak üstü durup sizinle konuşuyor.
Fayrap, şiirin, edebiyatın ateşini yükseltmeye hangi anlayış ve ilkelerle devam edecek?
Mevcut edebiyatı eleştirel bir gözle izlemek yaptığımız, yapmaya devam edeceğimiz bir şey. Buna popülist kültür yazılarını eklemek istiyoruz. Birkaç sayıdır da bunun provalarını yaptık. Bunlar daha geniş bir alana bakarak zeka ve adaletin gerektirdiği noktaları görmeye çalıştığımız yazılar. Edebiyat, tarih, psikoloji, sosyoloji, popüler kültür, hatta sokak kültürü gibi sahalarda akademi dışı sıcakkanlı bir düşünce yaratmak istiyoruz. Sıfırdan başlamıyoruz çok şükür. Ama okuyan herkesin anlayabileceği ve hak vereceği, kendi kişisel meraklarını geliştirebileceği yazılar oluyor bunlar. Şimdiye kadar çok olumlu tepkiler aldık. Bunu devam ettirip mücadelemizi müdahaleye dönüştürmek istiyoruz.
Söyleşi: Osman Toprak
www.dunyayayenisoz.com
Doğu Afrika’da insanlık dramı yaşanıyor
Somali’de yaşanan kuraklıktan kaçarak Kenya’daki kamplara sığınan insanlar tam bir dram yaşıyor. 3 senedir tek damla yağmur yağmamış bölgelerden kaçarak 50 derece sıcakta 400 km yol yürüyen halk, sığındıkları kamplarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Yürüyüş esnasında bir çok kişi hayatını kaybederken kamplara ulaşabilenler de yorgunluk, sıcak ve açlık ile boğuşuyor.
Doğu Afrika ülkelerinde etkisini gösteren kuraklık korkutucu boyutlara ulaştı. Kuraklığın 11 milyon 500 bin kişiyi etkilediği ifade ediliyor. İnsanlar kuraklık ve tetiklediği açlık yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalıyorlar. Kuraklıktan en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen Somali’de halk evlerini terk ederek başta Kenya ve Etiyopya olmak üzere komşu ülkelere sığınıyor. Kenya’nın Dadaab kampına şu ana kadar yaklaşık 480 bin kişi sığınmış durumda. Doğu Afrika’da yaşanan kuraklığın ardından İHH ekipleri acil bir şekilde harekete geçti. Öncelikli olarak 4 kişilik acil yardım ekibi Kenya’ya ulaştı. Dadaab kampına giden İHH ekipleri kampta yardım çalışmalarını başlattı.
90 BİN KİŞİLİK KAMPA 480 BİN KİŞİ SIĞINDI
Bölgede çalışmalar yürüten İHH Acil Yardım Koordinatörü Recep Güzel kamplarda tam anlamıyla bir dram yaşandığını dile getirdi. İnsanların kuraklıktan kaçarak kamplara sığındığını belirten Güzel ancak kamplardaki alt yapı yetersizliğinden ötürü insanların hala büyük risk altında olduğunu aktardı. Dadaab kampının normal şartlarda 90 bin kişi kapasiteli bir kamp olduğunu da söyleyen Güzel, ancak kampa 480 bin kişinin yerleştiğini ve bu sayının her geçen gün arttığını aktardı. Recep Güzel, Dadaab kampının çok geniş bir arazi üzerine kurulu olduğunu da ifade ederken insanların barınma ihtiyaçlarını gidermek için karton ve otları kullandığını sözlerine ekledi.
400 KM YÜRÜYEREK KAMPLARA ULAŞTILAR
Kampı gezerken tam anlamıyla bir insanlık dramı ile karşılaştığını belirten Recep Güzel izlenimlerini şu şekilde anlattı: ‘’ İHH ekibi olarak yaşanan kuraklığın ardından hemen bölgeye gelerek çalışmalara başladık. Önceliğimiz Kenya’da bulunan Dadaab kampı oldu. Şu an kampta bir insanlık dramı yaşanıyor. Somali’de etkili olan kuraklıktan kaçmak isteyen insanlar 400 km;lik yolu bu sıcakta yürüyerek Kenya Dadaab kampına gelmişler.’’
İNSANLAR YOLLARDA HAYATLARINI KAYBEDİYOR
Somali’den kaçarak Kenya’ya sığınmaya çalışan insanların daha yollardayken hayatını kaybettiğini ifade eden Güzel sözlerine şu şekilde devam etti: ‘Kenya’ya kaçış yolculuğu bazıları için ölüm yolculuğu olmuş. Ailelerde ortalama 4 çocuk var bu durumda, sıcakta yapılan yolculuğun sıkıntıları daha da artmış. Yollarda hayatını kaybedenler olmuş.’’
3 SENEDİR TEK DAMLA YAĞMUR YAĞMAMIŞ
480 bin kişinin yerleştirildiği Dadaab kampında hiçbir alt yapının olmaması sebebiyle büyük sıkıntılar yaşandığını söyleyen Güzel şunları aktardı: ‘’ Somali’nin bazı bölgelerine son 3 senedir tek damla yağmur yağmamış. Evlerini terk ederek buraya gelen insanlar burada büyük sorunlar ile mücadele ediyor. Kampta hiçbir alt yapı yok. İnsanlar kartonların üzerinde yatıyor. Sıcakta yapılan uzun yolculuk özellikle kadın ve çocukları etkilemiş durumda. Bitkin düşmüşler yerlerinden bile kımıldayamıyorlar. İHH olarak önceliği kadın ve çocuklara verdik. Kampta 3 bin koli süt, 2 bin 500 koli kalorili büsküvi ve su ile karıştırılan mısır unu dağıtımı yaptık.’’
İHH’DAN KENYA’DA KOORDİNASYON MERKEZİ
İHH’nın kamp bölgesinde koordinasyon merkezi kurması için işlemlere başladıklarını da söyleyen Güzel, kamplarda kalan insanların ihtiyaçlarını gidermek için çalışmalara yoğun bir şekilde devam edeceklerini belirtti. Güzel, İHH’nın ikinci bir ekibini Kenya’ya gönderdiğini kendilerinin ise Somali’ye geçerek orada çalışmalara yürüteceklerini dile getirerek şunları söyledi: ‘’ Yeni ekibimizin bize katılması sonrasında biz kuraklığın en fazla etkili olduğu Somali’ye geçeceğiz. Oradaki arkadaşlarımızın bizlere anlattığı kadarıyla orda durum buradan çok daha kötü. Cesetlerin yol kenarlarında olduğu söyleniyor. Somali ve Kenya’daki çalışmalarımıza eş zamanlı olarak devam edeceğiz. Halkımızdan isteğimiz yaklaşan mübarek Ramazan ayı öncesinde bu insanları yalnız bırakmasınlar.’
İrtibat:
www.ihh.org.tr
Doğu Afrika ülkelerinde etkisini gösteren kuraklık korkutucu boyutlara ulaştı. Kuraklığın 11 milyon 500 bin kişiyi etkilediği ifade ediliyor. İnsanlar kuraklık ve tetiklediği açlık yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalıyorlar. Kuraklıktan en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen Somali’de halk evlerini terk ederek başta Kenya ve Etiyopya olmak üzere komşu ülkelere sığınıyor. Kenya’nın Dadaab kampına şu ana kadar yaklaşık 480 bin kişi sığınmış durumda. Doğu Afrika’da yaşanan kuraklığın ardından İHH ekipleri acil bir şekilde harekete geçti. Öncelikli olarak 4 kişilik acil yardım ekibi Kenya’ya ulaştı. Dadaab kampına giden İHH ekipleri kampta yardım çalışmalarını başlattı.
90 BİN KİŞİLİK KAMPA 480 BİN KİŞİ SIĞINDI
Bölgede çalışmalar yürüten İHH Acil Yardım Koordinatörü Recep Güzel kamplarda tam anlamıyla bir dram yaşandığını dile getirdi. İnsanların kuraklıktan kaçarak kamplara sığındığını belirten Güzel ancak kamplardaki alt yapı yetersizliğinden ötürü insanların hala büyük risk altında olduğunu aktardı. Dadaab kampının normal şartlarda 90 bin kişi kapasiteli bir kamp olduğunu da söyleyen Güzel, ancak kampa 480 bin kişinin yerleştiğini ve bu sayının her geçen gün arttığını aktardı. Recep Güzel, Dadaab kampının çok geniş bir arazi üzerine kurulu olduğunu da ifade ederken insanların barınma ihtiyaçlarını gidermek için karton ve otları kullandığını sözlerine ekledi.
400 KM YÜRÜYEREK KAMPLARA ULAŞTILAR
Kampı gezerken tam anlamıyla bir insanlık dramı ile karşılaştığını belirten Recep Güzel izlenimlerini şu şekilde anlattı: ‘’ İHH ekibi olarak yaşanan kuraklığın ardından hemen bölgeye gelerek çalışmalara başladık. Önceliğimiz Kenya’da bulunan Dadaab kampı oldu. Şu an kampta bir insanlık dramı yaşanıyor. Somali’de etkili olan kuraklıktan kaçmak isteyen insanlar 400 km;lik yolu bu sıcakta yürüyerek Kenya Dadaab kampına gelmişler.’’
İNSANLAR YOLLARDA HAYATLARINI KAYBEDİYOR
Somali’den kaçarak Kenya’ya sığınmaya çalışan insanların daha yollardayken hayatını kaybettiğini ifade eden Güzel sözlerine şu şekilde devam etti: ‘Kenya’ya kaçış yolculuğu bazıları için ölüm yolculuğu olmuş. Ailelerde ortalama 4 çocuk var bu durumda, sıcakta yapılan yolculuğun sıkıntıları daha da artmış. Yollarda hayatını kaybedenler olmuş.’’
3 SENEDİR TEK DAMLA YAĞMUR YAĞMAMIŞ
480 bin kişinin yerleştirildiği Dadaab kampında hiçbir alt yapının olmaması sebebiyle büyük sıkıntılar yaşandığını söyleyen Güzel şunları aktardı: ‘’ Somali’nin bazı bölgelerine son 3 senedir tek damla yağmur yağmamış. Evlerini terk ederek buraya gelen insanlar burada büyük sorunlar ile mücadele ediyor. Kampta hiçbir alt yapı yok. İnsanlar kartonların üzerinde yatıyor. Sıcakta yapılan uzun yolculuk özellikle kadın ve çocukları etkilemiş durumda. Bitkin düşmüşler yerlerinden bile kımıldayamıyorlar. İHH olarak önceliği kadın ve çocuklara verdik. Kampta 3 bin koli süt, 2 bin 500 koli kalorili büsküvi ve su ile karıştırılan mısır unu dağıtımı yaptık.’’
İHH’DAN KENYA’DA KOORDİNASYON MERKEZİ
İHH’nın kamp bölgesinde koordinasyon merkezi kurması için işlemlere başladıklarını da söyleyen Güzel, kamplarda kalan insanların ihtiyaçlarını gidermek için çalışmalara yoğun bir şekilde devam edeceklerini belirtti. Güzel, İHH’nın ikinci bir ekibini Kenya’ya gönderdiğini kendilerinin ise Somali’ye geçerek orada çalışmalara yürüteceklerini dile getirerek şunları söyledi: ‘’ Yeni ekibimizin bize katılması sonrasında biz kuraklığın en fazla etkili olduğu Somali’ye geçeceğiz. Oradaki arkadaşlarımızın bizlere anlattığı kadarıyla orda durum buradan çok daha kötü. Cesetlerin yol kenarlarında olduğu söyleniyor. Somali ve Kenya’daki çalışmalarımıza eş zamanlı olarak devam edeceğiz. Halkımızdan isteğimiz yaklaşan mübarek Ramazan ayı öncesinde bu insanları yalnız bırakmasınlar.’
İrtibat:
www.ihh.org.tr
2011-07-25
16. 'Karagöz'
Temmuz-Ağustos-Eylül 2011
“Koşulsuz Feragat” mottosuyla açılan Karagöz 16 “Bilimkurgu Çeşmesi” başlığını taşıyor.
“Kültürün krallığı anlamların krallığıdır” diyor Daniel Bell. Anlamların içinin boşaltıldığı bir çağda kültür, içi boş göstergelerin dünyasıdır. Zira kültürel olan için gerçeklik, yalnızca kültürel olanın gerçekliğidir. Bu öyle bir dünyadır ki görünüşte kültürün dünyası, her bir öznenin seçmeleriyle bütünlenir. Oysa kültürel olanın egemenliği, bu seçmelerle ayakta kalmaz. Aksine kültürün yakıtı koşulsuz feragattir. Çokluğun egemenliğinin mümkün bir kümesini sunan böylesi bir dünyada kültür, var olanın kendi kendiliğinden vazgeçerek var olmasını zorunlu kılar. Hiçbir özneye ait değilmiş gibi görünen egemenlik, her bir özneye -feragatinin büyüklüğü nispetinde- bir özgürlük yanılsaması lütfeder.
Kendi kendiliğinden vazgeçmek yerine kendine sunulan sözde özgürlükten vazgeçenler, her yerde haksızlığa uğratılmakla tehdit edilirler. Tehdidin şiddeti, ödülün görkemiyle gölgelenir. Öyle ki tehdit, gündelik meşgale içinde sıradan bir şakaya dönüşüverir ya da edebi bir türe. Kendine lütfedilen boşluğa görkemli binalar inşa ederek, imkânsız dünyalar kurgulayan bir türe yer açar. Yepyeni bir mühendislik olarak, haksızlığın eleştirisini bir arzu nesnesine dönüştürerek sunan, içimize ötekinin ya da başka dünyaların saldığı korkuyu yansıtarak bizi kendimize yabancılaştıran yeni bir kültürel alışverişe bırakır yerini. Guy Debord şöyle der: “İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar.” Ama bu yeni türün, diğer melezlerin ve benzerlerinin efendiliğini sürdüğü boşlukta, o vahada hiç mi bir şey yeşermez? O göstergeler çölünde cılız bir pınar kaynamaz mı? Bütün bunlar, boşluğu kutsamaksızın, bir hakikat efekti olsun üretemez mi?
Bu sayımızı bilimkurguya ayırdık. Editörlüğünü Serkan Işın’ın yürüttüğü dosyamız, “Siberdada’yı Takdimimdir” yazısı ile açılıyor. Türkiye’de bilimkurgu türüne farklı açılardan bakan yazılar bulacağınız dosyanın yazarları: Gökçen Ertuğrul, Rafet Arslan, Zeynep Çinkılıç. Fasıl yazılarının devamında Yavuz Altınışık’ın, bilimkurgu sinemasının en önemli örneklerinden Blade Runner hakkında yazdığı yazı yer alıyor.
Bu sayının şairleri Musab Kırca, Berk İybar, Emre Öztürk, Biricik E. Doğan, Yavuz Altınışık, Yunus Emre Altuntaş, Özgür Ballı, Atakan Yavuz, Vural Kaya, Hakan Şarkdemir, Enes Özel ve Bülent Keçeli.
Temaşa bölümünde Hakan Şarkdemir, şiir ve felsefenin hakikat ile ilişkisinin çetrefilliği üzerine eğilirken, Osman Özbahçe, modern Türk şiiri zemininde kopuşların ve bağlanmaların izini sürüyor. İktidar odaklı edebiyat okumalarını sürdüren Musab Kırca, bu kez de iktidar aygıtlarının kurumlar üzerinden nasıl işlerlik kazandığını ele aldı. Evren Kuçlu, günümüz şiirindeki yönelimleri Hayriye Ünal, Ahmet Güntan, Enis Akın ve Bâki Ayhan T.’nin yeni kitapları üzerinden değerlendirdi.
Ayşegül Tözeren, “Text Festival’in İçinden” başlıklı yazısıyla deneysel şiir için önemli bir etkinlik haline gelmeye başlayan söz konusu festivale dair gözlemlerini aktarıyor.
Kıraathane bölümü, Bülent Keçeli’nin yıllıkların mahiyetini ve işlevini sorgulayan yazısıyla açılıyor. İdris Ekinci, Vural Kaya ve Erman Akçay’ın kitap tanıtımlarını, Musab Kırca ile Aykut Ertuğrul’un toplantı yazılarını ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
“Koşulsuz Feragat” mottosuyla açılan Karagöz 16 “Bilimkurgu Çeşmesi” başlığını taşıyor.
“Kültürün krallığı anlamların krallığıdır” diyor Daniel Bell. Anlamların içinin boşaltıldığı bir çağda kültür, içi boş göstergelerin dünyasıdır. Zira kültürel olan için gerçeklik, yalnızca kültürel olanın gerçekliğidir. Bu öyle bir dünyadır ki görünüşte kültürün dünyası, her bir öznenin seçmeleriyle bütünlenir. Oysa kültürel olanın egemenliği, bu seçmelerle ayakta kalmaz. Aksine kültürün yakıtı koşulsuz feragattir. Çokluğun egemenliğinin mümkün bir kümesini sunan böylesi bir dünyada kültür, var olanın kendi kendiliğinden vazgeçerek var olmasını zorunlu kılar. Hiçbir özneye ait değilmiş gibi görünen egemenlik, her bir özneye -feragatinin büyüklüğü nispetinde- bir özgürlük yanılsaması lütfeder.
Kendi kendiliğinden vazgeçmek yerine kendine sunulan sözde özgürlükten vazgeçenler, her yerde haksızlığa uğratılmakla tehdit edilirler. Tehdidin şiddeti, ödülün görkemiyle gölgelenir. Öyle ki tehdit, gündelik meşgale içinde sıradan bir şakaya dönüşüverir ya da edebi bir türe. Kendine lütfedilen boşluğa görkemli binalar inşa ederek, imkânsız dünyalar kurgulayan bir türe yer açar. Yepyeni bir mühendislik olarak, haksızlığın eleştirisini bir arzu nesnesine dönüştürerek sunan, içimize ötekinin ya da başka dünyaların saldığı korkuyu yansıtarak bizi kendimize yabancılaştıran yeni bir kültürel alışverişe bırakır yerini. Guy Debord şöyle der: “İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar.” Ama bu yeni türün, diğer melezlerin ve benzerlerinin efendiliğini sürdüğü boşlukta, o vahada hiç mi bir şey yeşermez? O göstergeler çölünde cılız bir pınar kaynamaz mı? Bütün bunlar, boşluğu kutsamaksızın, bir hakikat efekti olsun üretemez mi?
Bu sayımızı bilimkurguya ayırdık. Editörlüğünü Serkan Işın’ın yürüttüğü dosyamız, “Siberdada’yı Takdimimdir” yazısı ile açılıyor. Türkiye’de bilimkurgu türüne farklı açılardan bakan yazılar bulacağınız dosyanın yazarları: Gökçen Ertuğrul, Rafet Arslan, Zeynep Çinkılıç. Fasıl yazılarının devamında Yavuz Altınışık’ın, bilimkurgu sinemasının en önemli örneklerinden Blade Runner hakkında yazdığı yazı yer alıyor.
Bu sayının şairleri Musab Kırca, Berk İybar, Emre Öztürk, Biricik E. Doğan, Yavuz Altınışık, Yunus Emre Altuntaş, Özgür Ballı, Atakan Yavuz, Vural Kaya, Hakan Şarkdemir, Enes Özel ve Bülent Keçeli.
Temaşa bölümünde Hakan Şarkdemir, şiir ve felsefenin hakikat ile ilişkisinin çetrefilliği üzerine eğilirken, Osman Özbahçe, modern Türk şiiri zemininde kopuşların ve bağlanmaların izini sürüyor. İktidar odaklı edebiyat okumalarını sürdüren Musab Kırca, bu kez de iktidar aygıtlarının kurumlar üzerinden nasıl işlerlik kazandığını ele aldı. Evren Kuçlu, günümüz şiirindeki yönelimleri Hayriye Ünal, Ahmet Güntan, Enis Akın ve Bâki Ayhan T.’nin yeni kitapları üzerinden değerlendirdi.
Ayşegül Tözeren, “Text Festival’in İçinden” başlıklı yazısıyla deneysel şiir için önemli bir etkinlik haline gelmeye başlayan söz konusu festivale dair gözlemlerini aktarıyor.
Kıraathane bölümü, Bülent Keçeli’nin yıllıkların mahiyetini ve işlevini sorgulayan yazısıyla açılıyor. İdris Ekinci, Vural Kaya ve Erman Akçay’ın kitap tanıtımlarını, Musab Kırca ile Aykut Ertuğrul’un toplantı yazılarını ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Yasakmeyve’nin 51. Sayısı: Şair ve Daktilosu
Yasakmeyve 51 / Temmuz - Ağustos 2011
İki Aylık Şiir Dergisi
Yasakmeyve, son fabrikası da kapanan “daktilo”nun, şairlerle ilişkisini ele adlı 51. sayısında. Eray Canberk, Sezai Sarıoğlu, Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Nurullah Can, Egemen Berköz, Hüseyin Alemdar daktiloyla aralarındaki ilişkiyi anlatırken, Behçet Necatigil, Küçük İskender, Mehmet Yaşın ve Halim Yazıcı, şiirleriyle yer aldı dosyada. “Şiirin Uzun Tarihi” sayfalarındaysa, Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’ten sorumlu daktilonun tanıklığına başvuruldu.
“Şair ve Okuru” sayfalarının konuğu ise Cahit Koytak. Bir şiirinde “Gittin ve birlikte götürdün sırrını / Yürüyüp ormandan içeri” diyen Cahit Koytak’ın izini, ormandan içeri girerek Mehmet Said Aydın sürdü.
Adil İzci, yakınlarda kaybettiğimiz değerli yazar ve şairlerimizden Hulki Aktunç’un tanık olduğu son günlerini, daha önce yayımlanmamış fotoğraflarıyla birlikte paylaştı. Yine yakınlarda kaybettiğimiz, öykü ve romanlarıyla tanıdığımız Ali Teoman’ın şair yönünü gösteren bir şiiri yer aldı sayfalarımızda.
Tahir Abacı, “şiir kitapları sözlüğü”ne yeni kitaplar eklerken, Anita Sezgener, Anne Carson’ın eserlerinden iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Akif Kurtuluş ise, Vural Bahadır Bayrıl’a “Edebiyat Dostları”nın ayakçısı olarak yanıt veriyor. Aysun Bayraktar’ın Battal Keskin’le söyleşisi, Mustafa Ziyalan’ın “Göçgünce”si ve Mete Özel’in Eşber Yağmurdereli’yle ışıklı bir faytona binerek, karanlık ay denizlerine açıldığı yazısı, bu sayının ilginç ürünleri.
Bu sayının şairleri ise Cahit Koytak, Sezai Sarıoğlu, Mehmet Müfit, Veysel Çolak, Roni Margulies, Ömer Erdem, Fatma N., Soner Demirbaş, Ece Ürkmez, Ali Teoman, Nüket Cansın Ünver, Alican Aydoslu, Fatih Gök, Suat Atik, Sevâl Günbal.
Yasakmeyve, İçindekiler:
Şair ve Okuru: Cahit Koytak / Mehmet Said Aydın
Şiirler: Sezai Sarıoğlu, Mehmet Müfit, Veysel Çolak, Roni Margulies, Ömer Erdem, Fatma N., Soner Demirbaş, Ece Ürkmez
Dosya / Şair ve Daktilosu: Behçet Necatigil, Eray Canberk, Sezai Sarıoğlu, Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Küçük İskender, Nurullah Can, Egemen Berköz, Hüseyin Alemdar, Mehmet Yaşın, Halim Yazıcı
Şiirin Uzun Tarihi (Daktiloların Forsu): Sezai Sarıoğlu
Şiirin Uzun Tarihi: Ali Teoman
Şiir Kitapları Sözlüğü-37: Tahir Abacı
Anya: Mete Özel
Kocanın Güzelliği: ‘Ses’li Bir Arzu Jesti: Anita Sezgener
Göçgünce: Mustafa Ziyalan
Battal Keskin ile Söyleşi: Aysun Bayraktar
Şairin Genci: Sezen Çiğdem
Vaat Edilmiş Sayfalar (Sina Akyol’un değerlendirmesiyle): Nüket Cansın Ünver, Alican Aydoslu, Fatih Gök, Suat Atik, Sevâl Günbal
Yeni Yayınlar
Şiirin Uzun Tarihi (Edebiyat Dostları’nın Ayakçısı Olmak): Akif Kurtuluş
Şiyir Sevişgenleri: Metin Üstündağ
İki Aylık Şiir Dergisi
Yasakmeyve, son fabrikası da kapanan “daktilo”nun, şairlerle ilişkisini ele adlı 51. sayısında. Eray Canberk, Sezai Sarıoğlu, Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Nurullah Can, Egemen Berköz, Hüseyin Alemdar daktiloyla aralarındaki ilişkiyi anlatırken, Behçet Necatigil, Küçük İskender, Mehmet Yaşın ve Halim Yazıcı, şiirleriyle yer aldı dosyada. “Şiirin Uzun Tarihi” sayfalarındaysa, Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’ten sorumlu daktilonun tanıklığına başvuruldu.
“Şair ve Okuru” sayfalarının konuğu ise Cahit Koytak. Bir şiirinde “Gittin ve birlikte götürdün sırrını / Yürüyüp ormandan içeri” diyen Cahit Koytak’ın izini, ormandan içeri girerek Mehmet Said Aydın sürdü.
Adil İzci, yakınlarda kaybettiğimiz değerli yazar ve şairlerimizden Hulki Aktunç’un tanık olduğu son günlerini, daha önce yayımlanmamış fotoğraflarıyla birlikte paylaştı. Yine yakınlarda kaybettiğimiz, öykü ve romanlarıyla tanıdığımız Ali Teoman’ın şair yönünü gösteren bir şiiri yer aldı sayfalarımızda.
Tahir Abacı, “şiir kitapları sözlüğü”ne yeni kitaplar eklerken, Anita Sezgener, Anne Carson’ın eserlerinden iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Akif Kurtuluş ise, Vural Bahadır Bayrıl’a “Edebiyat Dostları”nın ayakçısı olarak yanıt veriyor. Aysun Bayraktar’ın Battal Keskin’le söyleşisi, Mustafa Ziyalan’ın “Göçgünce”si ve Mete Özel’in Eşber Yağmurdereli’yle ışıklı bir faytona binerek, karanlık ay denizlerine açıldığı yazısı, bu sayının ilginç ürünleri.
Bu sayının şairleri ise Cahit Koytak, Sezai Sarıoğlu, Mehmet Müfit, Veysel Çolak, Roni Margulies, Ömer Erdem, Fatma N., Soner Demirbaş, Ece Ürkmez, Ali Teoman, Nüket Cansın Ünver, Alican Aydoslu, Fatih Gök, Suat Atik, Sevâl Günbal.
Yasakmeyve, İçindekiler:
Şair ve Okuru: Cahit Koytak / Mehmet Said Aydın
Şiirler: Sezai Sarıoğlu, Mehmet Müfit, Veysel Çolak, Roni Margulies, Ömer Erdem, Fatma N., Soner Demirbaş, Ece Ürkmez
Dosya / Şair ve Daktilosu: Behçet Necatigil, Eray Canberk, Sezai Sarıoğlu, Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Küçük İskender, Nurullah Can, Egemen Berköz, Hüseyin Alemdar, Mehmet Yaşın, Halim Yazıcı
Şiirin Uzun Tarihi (Daktiloların Forsu): Sezai Sarıoğlu
Şiirin Uzun Tarihi: Ali Teoman
Şiir Kitapları Sözlüğü-37: Tahir Abacı
Anya: Mete Özel
Kocanın Güzelliği: ‘Ses’li Bir Arzu Jesti: Anita Sezgener
Göçgünce: Mustafa Ziyalan
Battal Keskin ile Söyleşi: Aysun Bayraktar
Şairin Genci: Sezen Çiğdem
Vaat Edilmiş Sayfalar (Sina Akyol’un değerlendirmesiyle): Nüket Cansın Ünver, Alican Aydoslu, Fatih Gök, Suat Atik, Sevâl Günbal
Yeni Yayınlar
Şiirin Uzun Tarihi (Edebiyat Dostları’nın Ayakçısı Olmak): Akif Kurtuluş
Şiyir Sevişgenleri: Metin Üstündağ
9. 'Sıcak Nal'
Sıcak Nal / Temmuz– Ağustos 2011
İki Aylık Edebiyat Dergisi
Sıcak Nal, edebiyatta farklı arayışları sorgulamaya devam ederek, bu defa öykücülüğümüzdeki “ezbere gerçekçiliği” dosya konusu yaptı. Selçuk Orhan, Melike Koçak ve Ali Karabayram’ın yazıları, çeşitli açılardan bu meseleyi tartışıyor. Daha önce öyküleriyle Sıcak Nal’da gözüken “Zzz Kuşağı” temsilcisi Tao Lin de, romanın geleceğini ele alan yazısıyla, tartışmaya başka bir pencere açıyor.
Türkçede tek bir kitabı bile olmayan, ama dünya edebiyatının önemli yazarlarından William Gaddis ile yine Türkçede bilinmeyen ama şiirleri kadar intiharıyla da olay olan Rus şair Boris Rıjiy, Sıcak Nal’ın bu sayısında yan yana geldiler. Yakınlarda aramızdan ayrılan ünlü müzisyen Gil Scott-Heron’u, hayatını kurtardığı bir yazarın gözünden tanıma fırsatı bulurken, Bulgakov’un anılarındaki İstanbul’da Sevinç Üçgül’ün rehberliğinde dolaşma fırsatı buluyoruz. Öykü, şiir ve söyleşiler dışında, konser ve albümlerin de takip edildiği, “yaz” mevsiminin rehavetine kapılmayan bir sayıyla Sıcak Nal, edebiyat dünyamızdaki yolculuğuna yeni patikalar açarak devam ediyor.
Bu sayının öykücüleri ise Ali Teoman, İbrahim Halaçoğlu, Amy Bloom, Mehmet Said Aydın, Ala Hlehel, Çağlar Demirbağ, Ayça Seren Ural, Nazlı Karabıyıkoğlu, Yusuf Çalık, Pelin Buzluk, Kaya Tanış, Faruk Ulay, K. Erdem Tınas, Murat Ali Seven ve Neslihan Önderoğlu. Uğur Büyüktezgel, Boris Rıjiy ve Ecvet Emrah Göktaş da şiirleriyle yer aldılar.
Sıcak Nal, İçindekiler:
Gerçek Ezber: Ezbere Gerçeklik / Ali Karabayram
Öykünün Güdük Ağacı / Selçuk Orhan
Uyumsuz Ve Kabuk Değiştiren Bir Öykünün Peşinde / Melike Koçak
Romanın Geleceği Ne? Cevap Bu Makalede! / Tao Lin (çev. Ilgın Yıldız)
William Gaddis: Hayatı & Eserleri! / Peter Dempsey-Steven Moore (çev. K. Kelebekoğlu)
Banyo Penceresi / Ali Teoman
Aramızdaki Şey / İbrahim Halaçoğlu
Rollerball / Ömer Ayhan
Sadece Sen / Amy Bloom (çev. Deniz Karabay)
Süleyman / Mehmet Said Aydın
Gil Scott Heron Hayatımı Kurtardı / Abdul Malik Al Nasir (çev. Ezgi Ceylan)
Majestelerine Mektuplar / Uğur Büyüktezgel
Bir Kadın, Bir Erkek, Bir de Eşek / Ala Hlehel (çev. Deniz Karabay)
Kızıla Çalan Mavi / Boris Rıjiy (çev. Sultan Can Boz-Rıdvan Ardıç-Gökhan Birdal)
Hacıyatmaz / Çağlar Demirbağ
Şey / Ayça Seren Ural
Dil Hayatta Beni Sıkmayan Tek Şey (Melida Tüzünoğlu ile söyleşi) / İbrahim Halaçoğlu
Bulgakov'un Eşi İstanbul'u Bulgakov'a Nasıl Anlattı? / Sevinç Üçgül
Elin Eşiğinde / Lyubov Belozerskaya-Bulgakova
Düş Günlüğü (Ejderhanın Giydirilmesi) / Gülseli İnal
Adaevveda / Nazlı Karabıyıkoğlu
Günlük / Yusuf Çalık
Kemikler / Pelin Buzluk
İki Nefes / Kaya Tanış
Böyle Öyküler 6 / Faruk Ulay
Profesör F.'Nin Külliyatından Günümüze Ulaşanlar / K. Erdem Tınas
+++18 Bozuk Kromozomlu Şiir / Ecvet Emrah Göktaş
Son Raund / Murat Ali Seven
Damdaki Deli / Neslihan Önderoğlu
Hayatın Gerçeklerinden Özgürleştim (Pınar Selek ile Söyleşi) / Sema Aslan
Konser Takip / Ömer Ayhan
Albüm Takip / Ceren Yartan-İbrahim Halaçoğlu
Macar Gecesi
İki Aylık Edebiyat Dergisi
Sıcak Nal, edebiyatta farklı arayışları sorgulamaya devam ederek, bu defa öykücülüğümüzdeki “ezbere gerçekçiliği” dosya konusu yaptı. Selçuk Orhan, Melike Koçak ve Ali Karabayram’ın yazıları, çeşitli açılardan bu meseleyi tartışıyor. Daha önce öyküleriyle Sıcak Nal’da gözüken “Zzz Kuşağı” temsilcisi Tao Lin de, romanın geleceğini ele alan yazısıyla, tartışmaya başka bir pencere açıyor.
Türkçede tek bir kitabı bile olmayan, ama dünya edebiyatının önemli yazarlarından William Gaddis ile yine Türkçede bilinmeyen ama şiirleri kadar intiharıyla da olay olan Rus şair Boris Rıjiy, Sıcak Nal’ın bu sayısında yan yana geldiler. Yakınlarda aramızdan ayrılan ünlü müzisyen Gil Scott-Heron’u, hayatını kurtardığı bir yazarın gözünden tanıma fırsatı bulurken, Bulgakov’un anılarındaki İstanbul’da Sevinç Üçgül’ün rehberliğinde dolaşma fırsatı buluyoruz. Öykü, şiir ve söyleşiler dışında, konser ve albümlerin de takip edildiği, “yaz” mevsiminin rehavetine kapılmayan bir sayıyla Sıcak Nal, edebiyat dünyamızdaki yolculuğuna yeni patikalar açarak devam ediyor.
Bu sayının öykücüleri ise Ali Teoman, İbrahim Halaçoğlu, Amy Bloom, Mehmet Said Aydın, Ala Hlehel, Çağlar Demirbağ, Ayça Seren Ural, Nazlı Karabıyıkoğlu, Yusuf Çalık, Pelin Buzluk, Kaya Tanış, Faruk Ulay, K. Erdem Tınas, Murat Ali Seven ve Neslihan Önderoğlu. Uğur Büyüktezgel, Boris Rıjiy ve Ecvet Emrah Göktaş da şiirleriyle yer aldılar.
Sıcak Nal, İçindekiler:
Gerçek Ezber: Ezbere Gerçeklik / Ali Karabayram
Öykünün Güdük Ağacı / Selçuk Orhan
Uyumsuz Ve Kabuk Değiştiren Bir Öykünün Peşinde / Melike Koçak
Romanın Geleceği Ne? Cevap Bu Makalede! / Tao Lin (çev. Ilgın Yıldız)
William Gaddis: Hayatı & Eserleri! / Peter Dempsey-Steven Moore (çev. K. Kelebekoğlu)
Banyo Penceresi / Ali Teoman
Aramızdaki Şey / İbrahim Halaçoğlu
Rollerball / Ömer Ayhan
Sadece Sen / Amy Bloom (çev. Deniz Karabay)
Süleyman / Mehmet Said Aydın
Gil Scott Heron Hayatımı Kurtardı / Abdul Malik Al Nasir (çev. Ezgi Ceylan)
Majestelerine Mektuplar / Uğur Büyüktezgel
Bir Kadın, Bir Erkek, Bir de Eşek / Ala Hlehel (çev. Deniz Karabay)
Kızıla Çalan Mavi / Boris Rıjiy (çev. Sultan Can Boz-Rıdvan Ardıç-Gökhan Birdal)
Hacıyatmaz / Çağlar Demirbağ
Şey / Ayça Seren Ural
Dil Hayatta Beni Sıkmayan Tek Şey (Melida Tüzünoğlu ile söyleşi) / İbrahim Halaçoğlu
Bulgakov'un Eşi İstanbul'u Bulgakov'a Nasıl Anlattı? / Sevinç Üçgül
Elin Eşiğinde / Lyubov Belozerskaya-Bulgakova
Düş Günlüğü (Ejderhanın Giydirilmesi) / Gülseli İnal
Adaevveda / Nazlı Karabıyıkoğlu
Günlük / Yusuf Çalık
Kemikler / Pelin Buzluk
İki Nefes / Kaya Tanış
Böyle Öyküler 6 / Faruk Ulay
Profesör F.'Nin Külliyatından Günümüze Ulaşanlar / K. Erdem Tınas
+++18 Bozuk Kromozomlu Şiir / Ecvet Emrah Göktaş
Son Raund / Murat Ali Seven
Damdaki Deli / Neslihan Önderoğlu
Hayatın Gerçeklerinden Özgürleştim (Pınar Selek ile Söyleşi) / Sema Aslan
Konser Takip / Ömer Ayhan
Albüm Takip / Ceren Yartan-İbrahim Halaçoğlu
Macar Gecesi
'Yordam' dergisinin 10. sayısı...
Yordam dergisinin Temmuz-Ağustos 2011 dönemini kapsayan 10. sayısı çıktı!
“Bura Ortadoğu, buradan çıkış yok!” ibaresini kapak resminin altında sloganlaştıran derginin ilk şiiri edebiyat öğretmeni Ömer Salman’a ait zehir zemberek bir taşlama: Kursuma Gelmeyen Sınıf Geçemez. Son derece cesur bir tutumla rüşvetçi hocaların öğrencileri kursa zorlamasını eleştiren şiir, birçok gözlemden yararlanılarak yazılmış intibaını uyandırıyor. Ömer Salman’ın yedi dilde şiir yazan bir Kürt divan şairini işlediği kısa inceleme yazısı da ilgi çekici. Muhammed Şafî, Muhammet Sevim ve Bekir Türker bu sayının diğer şairleri… Mehmet Sait Çakar’ın mukaddimesini yazdığı Meşru Müdafaa İçin Haklı Yumruklar dosyasında birçok kalemden manzum metinler alınmış. Şiir sayılamayacağı vurgulanan metinlerin hepsinin ortak yanı aynı kişiyi eleştirmesi… Öykülerini, yazı işleri müdürü olduğu İzafi dergisinde ve Yumuşak G(ğ) dergisinde gördüğümüz Mustafa Orman, Seslerin Altında adlı çarpıcı kısa öyküsüyle dergide yer alıyor. Yordam dergisinin öykü editörlerinden olup yakında kitabı yayımlanacak olan edebiyat öğretmeni Nurunisa Doğruyol’un Saçlarını Çalmışlar Anne başlıklı öyküsü, ömrünün son birkaç gününü yaşayan genç bir annenin hissettiklerine ışık tutuyor. Mustafa Bilgücü, Z Raporu adlı öyküsünde bir siyasinin başından geçen bir olayı öyküleştiriyor. Kız kardeşine talip olan adamın, meğer gözaltındayken işkence gördüğü memur olduğunu, üstelik kız kardeşinin de adama sırılsıklam âşık olduğunu öğrenen kişinin gelgitleri ustaca anlatılıyor. Derginin dördüncü ve son öykü metni Koti, Necmettin Orpak’a ait. Şehremini Parkı’ndaki bir sokak köpeğinin dramını anlatan kısa öykü, kent insanının acımasızlığını bir köpeğin gözlerinden aktarıyor. Dergideki söyleşiler Cuma Kazan ve Osman Akyol’a ait. İran Kürtlerinden olan Kamkarlar müzik grubunu Ahmet Durmaz yazdı. Clint Eastwood’un yönettiği Atalarımızın Bayrakları adlı sinema filmini Osman Çakar tanıttı. İbrahim Halil Altan nesnelerin tarihini yazdı, arka kapakta “Büyük Türk Şairi Ziya Sönmez”e adanacak bir özel sayı duyurusu yaptı. Edip Yüksel, yakında yayımlanacak yaşamöyküsünden bir kesiti; ırkçı bir çete tarafından şehit edilen kardeşi Metin Yüksel’in Fatih Camii avlusunda alçakça vurulmadan önceki son birkaç gününü, ilgili anılarını içtenlikle paylaştı. Yordam’ın şiir editörlerinden olan Alevi yazar Yalçın Doruk, Semahımıza Aşk Ola adlı yazısında, egemen söylemin bazı sözcülerinin semah üzerinden Alevi halkında attığı iftiraları boşa çıkardı.
2 TL'ye satılan Yordam Dergisi, İstanbul'da aşağıdaki kitapçılara dağıtıldı:
Taksim İstiklal Caddesi'nde Mephisto Kitabevi
Fatih'te Ağaç Kitabevi ve İnkılâb Kitabevi
Vefa'da Bilim Sanat Vakfı(BİSAV) Kitap satış reyonu
Kocamustafapaşa'da Paşa Kitabevi, Deniz Kitabevi ve Çika Sahaf
Üsküdar'daki Eminönü'ne kalkış iskelesine bitişik İskele Büfe
Kadıköy'de Seyhan Müzik Market
İyi okumalar...
Ömer Faruk Kaptan
“Bura Ortadoğu, buradan çıkış yok!” ibaresini kapak resminin altında sloganlaştıran derginin ilk şiiri edebiyat öğretmeni Ömer Salman’a ait zehir zemberek bir taşlama: Kursuma Gelmeyen Sınıf Geçemez. Son derece cesur bir tutumla rüşvetçi hocaların öğrencileri kursa zorlamasını eleştiren şiir, birçok gözlemden yararlanılarak yazılmış intibaını uyandırıyor. Ömer Salman’ın yedi dilde şiir yazan bir Kürt divan şairini işlediği kısa inceleme yazısı da ilgi çekici. Muhammed Şafî, Muhammet Sevim ve Bekir Türker bu sayının diğer şairleri… Mehmet Sait Çakar’ın mukaddimesini yazdığı Meşru Müdafaa İçin Haklı Yumruklar dosyasında birçok kalemden manzum metinler alınmış. Şiir sayılamayacağı vurgulanan metinlerin hepsinin ortak yanı aynı kişiyi eleştirmesi… Öykülerini, yazı işleri müdürü olduğu İzafi dergisinde ve Yumuşak G(ğ) dergisinde gördüğümüz Mustafa Orman, Seslerin Altında adlı çarpıcı kısa öyküsüyle dergide yer alıyor. Yordam dergisinin öykü editörlerinden olup yakında kitabı yayımlanacak olan edebiyat öğretmeni Nurunisa Doğruyol’un Saçlarını Çalmışlar Anne başlıklı öyküsü, ömrünün son birkaç gününü yaşayan genç bir annenin hissettiklerine ışık tutuyor. Mustafa Bilgücü, Z Raporu adlı öyküsünde bir siyasinin başından geçen bir olayı öyküleştiriyor. Kız kardeşine talip olan adamın, meğer gözaltındayken işkence gördüğü memur olduğunu, üstelik kız kardeşinin de adama sırılsıklam âşık olduğunu öğrenen kişinin gelgitleri ustaca anlatılıyor. Derginin dördüncü ve son öykü metni Koti, Necmettin Orpak’a ait. Şehremini Parkı’ndaki bir sokak köpeğinin dramını anlatan kısa öykü, kent insanının acımasızlığını bir köpeğin gözlerinden aktarıyor. Dergideki söyleşiler Cuma Kazan ve Osman Akyol’a ait. İran Kürtlerinden olan Kamkarlar müzik grubunu Ahmet Durmaz yazdı. Clint Eastwood’un yönettiği Atalarımızın Bayrakları adlı sinema filmini Osman Çakar tanıttı. İbrahim Halil Altan nesnelerin tarihini yazdı, arka kapakta “Büyük Türk Şairi Ziya Sönmez”e adanacak bir özel sayı duyurusu yaptı. Edip Yüksel, yakında yayımlanacak yaşamöyküsünden bir kesiti; ırkçı bir çete tarafından şehit edilen kardeşi Metin Yüksel’in Fatih Camii avlusunda alçakça vurulmadan önceki son birkaç gününü, ilgili anılarını içtenlikle paylaştı. Yordam’ın şiir editörlerinden olan Alevi yazar Yalçın Doruk, Semahımıza Aşk Ola adlı yazısında, egemen söylemin bazı sözcülerinin semah üzerinden Alevi halkında attığı iftiraları boşa çıkardı.
2 TL'ye satılan Yordam Dergisi, İstanbul'da aşağıdaki kitapçılara dağıtıldı:
Taksim İstiklal Caddesi'nde Mephisto Kitabevi
Fatih'te Ağaç Kitabevi ve İnkılâb Kitabevi
Vefa'da Bilim Sanat Vakfı(BİSAV) Kitap satış reyonu
Kocamustafapaşa'da Paşa Kitabevi, Deniz Kitabevi ve Çika Sahaf
Üsküdar'daki Eminönü'ne kalkış iskelesine bitişik İskele Büfe
Kadıköy'de Seyhan Müzik Market
İyi okumalar...
Ömer Faruk Kaptan
'Akpınar' dergisinin 34. sayısı çıktı
Akpınar dergisi, 6. yılında 34. sayısıyla karşınızda…
Niğde’de bir yaylanın ismidir Akpınar…
Yaylalarda el değmemiş çiçekler bekler arılarını…
Meyveler geç olgunlaşır belki…
Kuzular zor alışır yalçın kayalıklara…
Çiçeğe sabır lazımdır; arısını beklemek için,
Meyveye sabır lazımdır; olgunlaşmak için,
Kuzulara sabır lazımdır; sarp kayalıklarda yaşamak için…
Akpınar dergisi, tıpkı adı gibi sabırla olgunlaşmış hocalarıyla ve olgunlaşmayı sabırla bekleyen genç dostlarıyla edebiyat yaylalarının ücra köşelerindeki güzel çiçekleri siz değerli edebiyat dostlarına sunmaya devam ediyor.
Kapağında bir kiraz dalı uzatan Akpınar dergisi bu sayısında;
Abdullah Satoğlu
Tuncer Gülensoy
İsmail Özmel
Mete Gülmen
Sergül Vural
Bedran Yoldaş
Abdülkadir Güler
İsa Kayacan
Ali Rıza Kaşıkcı
Deneme, araştırma ve hikâye yazılarıyla,
Arif Ali Albayrak,
İsmail Özmel,
Ali İhsan Kolcu,
Muharrem Kubat,
Gülizar Söğütçü Kurum, şiirleriyle karşınızda.
İyi okumalar diler, selam ve muhabbetlerimizi sunarız…
Ali Rıza Kaşıkcı
Niğde’de bir yaylanın ismidir Akpınar…
Yaylalarda el değmemiş çiçekler bekler arılarını…
Meyveler geç olgunlaşır belki…
Kuzular zor alışır yalçın kayalıklara…
Çiçeğe sabır lazımdır; arısını beklemek için,
Meyveye sabır lazımdır; olgunlaşmak için,
Kuzulara sabır lazımdır; sarp kayalıklarda yaşamak için…
Akpınar dergisi, tıpkı adı gibi sabırla olgunlaşmış hocalarıyla ve olgunlaşmayı sabırla bekleyen genç dostlarıyla edebiyat yaylalarının ücra köşelerindeki güzel çiçekleri siz değerli edebiyat dostlarına sunmaya devam ediyor.
Kapağında bir kiraz dalı uzatan Akpınar dergisi bu sayısında;
Abdullah Satoğlu
Tuncer Gülensoy
İsmail Özmel
Mete Gülmen
Sergül Vural
Bedran Yoldaş
Abdülkadir Güler
İsa Kayacan
Ali Rıza Kaşıkcı
Deneme, araştırma ve hikâye yazılarıyla,
Arif Ali Albayrak,
İsmail Özmel,
Ali İhsan Kolcu,
Muharrem Kubat,
Gülizar Söğütçü Kurum, şiirleriyle karşınızda.
İyi okumalar diler, selam ve muhabbetlerimizi sunarız…
Ali Rıza Kaşıkcı
2011-07-23
'Endülüs' adında bir dergi vardı hey!
İşte mütevazı bir memleket dergisi ve İstanbul+Ankara üdebası koalisyonunun bir ürünü: Endülüs. ‘Genel Sorumlu’su Adem Özbay, editörü Murat Karanfil. Üçüncü sayıdan itibaren editör: Hüseyin Akın, koordinatör: Murat Karanfil. 6. sayıda koordinatör: Jan Devrim. Derginin ‘değerlendirme-inceleme-yayın kurulu ise Nejat Turhan, Naim Öztürk, Mehmet Aycı, İbrahim Bülbül, Aşık Serdengeçti, Ahmet Yalçınkaya, Sadık Yalsızuçanlar, Hüseyin Akın ve İbrahim Tenekeci’den oluşmuş.
İlk sayısı Mayıs 1997’de çıkmış; Şubat-Mart 1998’de çıkan 7-8. birleşik sayısıyla yayınına son vermişti. Yalnız hemen belirtelim ki, bu son sayı, “Işığa Doğru: Hz. Muhammed (s.a.v) Özel Sayısı” idi. Mehmet Aycı’nın sürekli şiir yayınladığı dergilerdendir Endülüs; ilk sayının ‘kendinden kapağı’nda bir Gazel’i yer almıştır ve Aycı, şiirini diğer sayılarda da sürdürmüştür. Demek ki koalisyonun önemli elemanlarından biri odur.
Zarifoğlu’nun mektubunun tıpkıbasımı
Derginin ilk sayı arka kapağında, Cahit Zarifoğlu’nun dergi yazarlarından Ahmet Yalçınkaya’ya gönderdiği mektubun tıpkıbasımı yer alır: “Görüyorsunuz hiç şiirden sanattan söz etmedik. Başımızın üstüne bir çatı çatmazsak, nakışları nereye koysak ıslanacak harap olacak.” Tarih: 2.11.1981. Yalçınkaya, Zarifoğlu’nun kitaplaşan Okuyucularla’sında rastlanan bir isimdir. Sahi, Okuyucularla kitaplaştı da, bu vesileyle ‘mezkûr’ okuyuculara gönderilen cevâbî mektuplar niçin toparlanıp kitaplaştırılmıyor efendim? (Biraz zor sanırım) Bunca okuyucu (daha sonra şuarâ, üdebâ) kendilerine gönderilen mektupları saklamadılar mı ki?
Şairlerin ağır bastığı bir dergi kabul edebiliriz Endülüs’ü. Aycı’nın peşinden şiir alanındaki çabasını Ayane ve Kültür Edebiyat’tan sonra Endülüs’te sürdürdüğünü sevinçle müşahede ettiğimiz Osman Selvi’yi ikinci olarak analım. Selvi, daha sonra şiirleriyle gözükmedi bir yerlerde sanırım. Oysa biliyorum ki o, şiirle irtibatını asla kesemez.
Şair ağırlıklı bir dergi
Neyse efendim, sadede avdet edelim; şiir ağır basıyor Endülüs’te demiştik. İşte: Necati Dayı, Abdullah Çelik, Mevlana İdris, Nejat Turhan, İbrahim Bülbül, Murat Karanfil, Tayyib Atmaca, Ahmet Öztürk, Ahmet Veysel, Nurettin Durman, İbrahim Tenekeci, Hüseyin Akın, Mevlüt Işık, Fatma Kars, Hülya Gül, Eshabil Boran, Ümit Obalar, Cevat Akkanat, İbrahim Yolalan, Hakan Albayrak, Cengiz Coşkun, Aladdin Soykan, Fatma Özlü, Ümit Aktaş, Özcan Ünlü, Vural Kaya, Süleyman Teyek, İsmail Totan, R. Mithat Yılmaz, Ali Emre, Adem Turan, Ayşe Melis Hafez, Ahmet Aka, Hüseyin Hilmi Saran, Hayretin Orhanoğlu, Mustafa Celep, Süleyman Pekin, Yılmaz Cüre, Ercüment Gündoğdu, Suavi Kemal Yazgıç, Halil Güney, Cevat Özyurt, Mustafa Oğuz, İbrahim Taşköprülü, İbrahim Akkuş, Selçuk Küpçük, Duygu Ayberk, Serdar Kederoğlu, Mustafa Uçurum, Mehmet Uçar, Murat Soyak, Mehmet R. Karcı, Esma Akgül, Nazir Akalın, Yavuz Bülent Bakiler, A. Vahap Akbaş, Bekir Urfalı, Abdülbaki Kömür gibi, sekiz sayılık bir toplam için kalabalık sayılabilecek bir kadroya, Endülüs’te şiirleriyle rastlıyoruz.
İbrahim Bülbül’ün çağdaş Fars edebiyatından bolca şiir tercüme ettiğini ve Türk okuyucusuna Nimet Mirzazade, Kâzım Sedat Eşkeverî, Azad Tehranî, İmran Selâhî, Asgar Vakidî, Şefi-i Kedkenî, Muhammed Zuharî ve Furûğ Ferruhzâd’ın şiirlerini sunduğunu da belitmeliyiz. Rilke, Abdula Aripov, Peter Hartling, Yusuf Tahir tercümeleriyle Ahmet Yalçınkaya, Ruud’dan Mustafa Pınarbaşı ve Hâfız’dan Mehmet Aycı’nın tercümeleri de cabası. Endülüs’teki tek Hâfız tercümesiyle de olsa Aycı’nın Farsçaya olan ilgi ve vukufiyetini vurgulamadan geçmeyelim.
Hem matbu hem de internetten yayımlanan ilk dergi
Endülüs, Eylül 1997 tarihli 5. sayısının kapağında işaret edildiği gibi “İnternetteki İlk Elektronik Edebiyat Dergisi” idi. Gerçekten o yıllarda edebiyat daha pek internetleşmemişti. Yani Endülüs hem matbu olarak, hem de internet üzerinden yayın yapan bir edebiyat dergisi idi.
Endülüs vesilesiyle, eski dergileri karıştırırken gözüme çarpan bir hususu da dile getirmek isterim: Bu dergilerde sadece birkaç şiiriyle rastlanan ve fakat ‘keşke şiiri sürdürseymiş’ dedirten imzalara rastlanıyor. Bu zevat şiirle, en azından okuyucu olarak da olsa bağlarını koparmamışlardır, eminim. Edebiyat araştırmacılarımız eski dergileri tarasa; bu şairleri bir bir tespit ederek üzerlerine bir inceleme hazırlasa… Neden mi? Onlar şiiri sürdürmeyip ona bir tür ‘ihanet’ etmiş bulunsalar da dergi sayfalarında unutulup gitmelerine gönül razı olmuyor. Belki “Şiire İhanet Eden Şair Namzetleri Antolojisi” bile hazırlanabilir alimallah… Bu belki uyuyan (şiir) devi(ni) dahi uyandırabilir.
Siz bana bakmayın; sayıklıyorum…
Yusuf Turan Günaydın
23 Temmuz 2011
www.dunyabizim.com
İlk sayısı Mayıs 1997’de çıkmış; Şubat-Mart 1998’de çıkan 7-8. birleşik sayısıyla yayınına son vermişti. Yalnız hemen belirtelim ki, bu son sayı, “Işığa Doğru: Hz. Muhammed (s.a.v) Özel Sayısı” idi. Mehmet Aycı’nın sürekli şiir yayınladığı dergilerdendir Endülüs; ilk sayının ‘kendinden kapağı’nda bir Gazel’i yer almıştır ve Aycı, şiirini diğer sayılarda da sürdürmüştür. Demek ki koalisyonun önemli elemanlarından biri odur.
Zarifoğlu’nun mektubunun tıpkıbasımı
Derginin ilk sayı arka kapağında, Cahit Zarifoğlu’nun dergi yazarlarından Ahmet Yalçınkaya’ya gönderdiği mektubun tıpkıbasımı yer alır: “Görüyorsunuz hiç şiirden sanattan söz etmedik. Başımızın üstüne bir çatı çatmazsak, nakışları nereye koysak ıslanacak harap olacak.” Tarih: 2.11.1981. Yalçınkaya, Zarifoğlu’nun kitaplaşan Okuyucularla’sında rastlanan bir isimdir. Sahi, Okuyucularla kitaplaştı da, bu vesileyle ‘mezkûr’ okuyuculara gönderilen cevâbî mektuplar niçin toparlanıp kitaplaştırılmıyor efendim? (Biraz zor sanırım) Bunca okuyucu (daha sonra şuarâ, üdebâ) kendilerine gönderilen mektupları saklamadılar mı ki?
Şairlerin ağır bastığı bir dergi kabul edebiliriz Endülüs’ü. Aycı’nın peşinden şiir alanındaki çabasını Ayane ve Kültür Edebiyat’tan sonra Endülüs’te sürdürdüğünü sevinçle müşahede ettiğimiz Osman Selvi’yi ikinci olarak analım. Selvi, daha sonra şiirleriyle gözükmedi bir yerlerde sanırım. Oysa biliyorum ki o, şiirle irtibatını asla kesemez.
Şair ağırlıklı bir dergi
Neyse efendim, sadede avdet edelim; şiir ağır basıyor Endülüs’te demiştik. İşte: Necati Dayı, Abdullah Çelik, Mevlana İdris, Nejat Turhan, İbrahim Bülbül, Murat Karanfil, Tayyib Atmaca, Ahmet Öztürk, Ahmet Veysel, Nurettin Durman, İbrahim Tenekeci, Hüseyin Akın, Mevlüt Işık, Fatma Kars, Hülya Gül, Eshabil Boran, Ümit Obalar, Cevat Akkanat, İbrahim Yolalan, Hakan Albayrak, Cengiz Coşkun, Aladdin Soykan, Fatma Özlü, Ümit Aktaş, Özcan Ünlü, Vural Kaya, Süleyman Teyek, İsmail Totan, R. Mithat Yılmaz, Ali Emre, Adem Turan, Ayşe Melis Hafez, Ahmet Aka, Hüseyin Hilmi Saran, Hayretin Orhanoğlu, Mustafa Celep, Süleyman Pekin, Yılmaz Cüre, Ercüment Gündoğdu, Suavi Kemal Yazgıç, Halil Güney, Cevat Özyurt, Mustafa Oğuz, İbrahim Taşköprülü, İbrahim Akkuş, Selçuk Küpçük, Duygu Ayberk, Serdar Kederoğlu, Mustafa Uçurum, Mehmet Uçar, Murat Soyak, Mehmet R. Karcı, Esma Akgül, Nazir Akalın, Yavuz Bülent Bakiler, A. Vahap Akbaş, Bekir Urfalı, Abdülbaki Kömür gibi, sekiz sayılık bir toplam için kalabalık sayılabilecek bir kadroya, Endülüs’te şiirleriyle rastlıyoruz.
İbrahim Bülbül’ün çağdaş Fars edebiyatından bolca şiir tercüme ettiğini ve Türk okuyucusuna Nimet Mirzazade, Kâzım Sedat Eşkeverî, Azad Tehranî, İmran Selâhî, Asgar Vakidî, Şefi-i Kedkenî, Muhammed Zuharî ve Furûğ Ferruhzâd’ın şiirlerini sunduğunu da belitmeliyiz. Rilke, Abdula Aripov, Peter Hartling, Yusuf Tahir tercümeleriyle Ahmet Yalçınkaya, Ruud’dan Mustafa Pınarbaşı ve Hâfız’dan Mehmet Aycı’nın tercümeleri de cabası. Endülüs’teki tek Hâfız tercümesiyle de olsa Aycı’nın Farsçaya olan ilgi ve vukufiyetini vurgulamadan geçmeyelim.
Hem matbu hem de internetten yayımlanan ilk dergi
Endülüs, Eylül 1997 tarihli 5. sayısının kapağında işaret edildiği gibi “İnternetteki İlk Elektronik Edebiyat Dergisi” idi. Gerçekten o yıllarda edebiyat daha pek internetleşmemişti. Yani Endülüs hem matbu olarak, hem de internet üzerinden yayın yapan bir edebiyat dergisi idi.
Endülüs vesilesiyle, eski dergileri karıştırırken gözüme çarpan bir hususu da dile getirmek isterim: Bu dergilerde sadece birkaç şiiriyle rastlanan ve fakat ‘keşke şiiri sürdürseymiş’ dedirten imzalara rastlanıyor. Bu zevat şiirle, en azından okuyucu olarak da olsa bağlarını koparmamışlardır, eminim. Edebiyat araştırmacılarımız eski dergileri tarasa; bu şairleri bir bir tespit ederek üzerlerine bir inceleme hazırlasa… Neden mi? Onlar şiiri sürdürmeyip ona bir tür ‘ihanet’ etmiş bulunsalar da dergi sayfalarında unutulup gitmelerine gönül razı olmuyor. Belki “Şiire İhanet Eden Şair Namzetleri Antolojisi” bile hazırlanabilir alimallah… Bu belki uyuyan (şiir) devi(ni) dahi uyandırabilir.
Siz bana bakmayın; sayıklıyorum…
Yusuf Turan Günaydın
23 Temmuz 2011
www.dunyabizim.com
2011-07-20
Murat Soyak'ın 'Acı Ceviz' isimli hikâye kitabı çıktı
Geçen zaman taşları yorsa da ruh diri. Değişmeyen bir öz var. Şehrin dili olsa da anlatsa yaşadıklarını. Fetih günlerini, sevinçleri, bayram günlerini; sonra yıkımları, yangınları, acıları… Hâsılı iyi günleri, kötü günleri bir bir anlatsa şehir. Kimler geldi kimler geçti? Şu şadırvan, şu kubbeler, şu minareler mazide olup bitenlere tanık.
Gün gelir de toprak için için kaynar. Kayalar, taşlar yol verir. Şırıl şırıl bir akış… Suda ay ışığı şavkır. Şehirde kurumuş çeşmeler şenlenir. Bahçede ağaçlar yeniden dala, yaprağa durur. Umut çiçeklenir.
Acı Ceviz, Şen Boyacılar, Tespih, Suya Doğru, Bizim Mahalle, Bağ Bozgunu, Bir Umut, Kimsesiz, Okul Yolu, Gönül Sohbet İster, Kuyu, Diriliş Aydınlığında, Çanakkale İçinde, Ana Oğul, Ey Hayat, Gün Akşamlıdır, İstanbul İstanbul isimli hikâyeleriyle hayata ve insana doğru içten bir yolculuk…
Acı Ceviz-Murat Soyak
Nüve Yayınları, Romantikkitap
2011
Gün gelir de toprak için için kaynar. Kayalar, taşlar yol verir. Şırıl şırıl bir akış… Suda ay ışığı şavkır. Şehirde kurumuş çeşmeler şenlenir. Bahçede ağaçlar yeniden dala, yaprağa durur. Umut çiçeklenir.
Acı Ceviz, Şen Boyacılar, Tespih, Suya Doğru, Bizim Mahalle, Bağ Bozgunu, Bir Umut, Kimsesiz, Okul Yolu, Gönül Sohbet İster, Kuyu, Diriliş Aydınlığında, Çanakkale İçinde, Ana Oğul, Ey Hayat, Gün Akşamlıdır, İstanbul İstanbul isimli hikâyeleriyle hayata ve insana doğru içten bir yolculuk…
Acı Ceviz-Murat Soyak
Nüve Yayınları, Romantikkitap
2011
2011-07-19
Kitap davası
Kırk yıllık yayımcıyız. Ömrümüz kitap denizinde yüzmekle geçti. Ülkemizde öyle bir gerçek var ki, ara sıra (önemine binaen) halka hatırlatmak lazım. Efendim nüfusumuz yetmiş dört milyona çıktı. Yedi üniversitemiz vardı neredeyse yüz yetmiş yedi olacak. Çok genç bir nüfusumuz var ve çoğu okuma çağında. Bu üniversitelerin öğrencileri bir yana, hocaları, lisans ve doktora öğrencileri büyük bir yekun tutar. Türkiye dünyadaki ve ülkedeki krizlere rağmen büyümesini sürdürüyor. Fert başına milli gelir çok arttı. Bütün bunlar doğru orantılı olarak bir "artış" gösteriyor.
Bir tek "kitap" bu gidişe uymuyor.
O, ters orantılı olarak başaşağı gidiyor. Bu sebeple kitaba dava açabiliriz. Kitabın ağzı var dili yok, bu dava kendimize döner. Acı bir tablo ile karşılaşırız.
Efendim ben taşrada, küçük bir şehirde büyüdüm, ilk ve orta tahsilimi orada yaptım (Erzincan). O yıllarda şehrin nüfusu yirmi-otuz bin civarında idi. Dört kitabevi vardı ve bunlar sadece kitap satarak geçinirdi. Şimdi belki yirmi dört kitabevi var, ama adı kitabevi. Kırtasiye, oyuncak ve spor malzemesi satıyorlar.
Kitabevlerini ayakta tutan esasen MEB kitabı satışı idi. Yanında defter, kalem, çanta satarak okul sezonunu açar, bütçesini güçlendirir, yıl boyu kültür kitabına ağırlık verirdi.
Tıpkı televizyonun yaygınlaşması ile taşrada sinema salonlarının bir bir kapanması gibi; MEB, kitabı öğrenciye ücretsiz vermeye başlayınca zaten zor ayakta duran kitabevleri bir bir kapandı. Kırk bin civarında olan kitabevi sayısı 10.383'e düştü. Biz yayıncılar 1970'lerde bir kültür kitabını tahmini satışa göre ya üç bin veya beş bin basardık. Şimdi bu rakam ortalama bin'e düşmüştür.
Ters orantı dediğim budur.
Eğer Türkiye'de artan üniversite, orta öğrenim kurumu, öğrenci sayısını göz önünde bulundurursak doğru orantılı olarak yayıncıların bir kitabı ilk baskıda on bin, yirmi bin basmaları gerekirdi. Okumuyoruz (Bunca yıldan sonra bu hastalığın şifa bulacağına dair umudumu kaybettim). Bunun pek çok sebebi var. Bu yazıda hepsini sıralamak mümkün değil. En önemlisi okulların ilk mektepten itibaren çocukları, okumaya alıştıramamaları veya bunu hiç gündeme getirmemeleridir. Çünkü bırakın çocukları, öğretmenler okumuyor. Prof. Dr. Orhan Okay seksen yaşın tecrübesi ile geçenlerde bir gazetede "Edebiyatçılar edebiyat okumuyor" demişti.
Bu bana bir derginin dramatik kapanış yazısını hatırlattı. Bundan 15-20 yıl önce "Sonbahar" adlı kaliteli bir şiir dergisi vardı. Kapanırken şöyle bir yazı yayımladı:
"Eğer dergimize şiir gönderen şairler bu dergiyi alsalardı Sonbahar kapanmayacaktı." Ben de yirmi iki yıldır tek başıma çıkardığım Dergâh dergisinde böylesi durumlarla karşılaşıyorum. Adam şöyle yazıyor bana: "Gönderdiğim şiir eğer dergide yayımlanırsa lütfen beni haberdar edin."
Bu manzara içinde bir parlak köşe, okurları ve yazarları kışkırtıyor. O da tüketim kültürü paralelinde gelişen "popüler kitaplar". Bunlar içinde sağlıktan, dinden, siyasetten romana kadar pek çok çeşit var. Heveslenen gençler kısa yoldan para kazanmak için yayınevi kuruyor ve bu kitapların peşinde koşuyorlar. 2000'de 844 olan yayınevi sayısı 2010'da 1691'e çıkmış. 2000'de 140 olan senelik roman sayısı 2010'da 570'e fırlamış. Bunların çoğu muhtemelen ilk romanlardır.
Nobel Edebiyat Ödülü'nü de alan Türkiye'de beş on yazar gerçekten yüksek tirajlara ulaşan romanlar yazıyor ve bu tirajlar gençlerin gözlerini kamaştırıyor. Bir "meta" haline gelen kitap elbette yılın "moda terlikleri" kadar satabilir. Bunun küçümsenecek bir yanı yok.
Terlikler ne kadar dünyayı takip ediyor, bir kalite ve çekicilik taşıyorsa, kitapların da bir kalitesi olmalı değil mi?
Elbette vardır.
Konu iyi seçilmiş, iyi anlatılmıştır.
Kitabın tanıtımı iyi yapılmıştır.
Ve netice alınmıştır.
Buna da takılıp kalmamalı. Büyük fotoğrafı görmeli. Televizyon yaygınlaşınca radyonun pabucu dama atıldı. İnternet ve görsel medya zaten zayıf olan yazık kültürü büsbütün köreltiyor. Dünyada bırakın edebiyatı, alışkın olduğumuz sanatın sonunun geldiği tartışılıyor. Demek ki bir problem var.
Dâvâ konusu olan bir mesele.
Bu meseleye Fransız kalmayalım.
Mustafa Kutlu
Yeni Şafak
6 Temmuz 2011
Bir tek "kitap" bu gidişe uymuyor.
O, ters orantılı olarak başaşağı gidiyor. Bu sebeple kitaba dava açabiliriz. Kitabın ağzı var dili yok, bu dava kendimize döner. Acı bir tablo ile karşılaşırız.
Efendim ben taşrada, küçük bir şehirde büyüdüm, ilk ve orta tahsilimi orada yaptım (Erzincan). O yıllarda şehrin nüfusu yirmi-otuz bin civarında idi. Dört kitabevi vardı ve bunlar sadece kitap satarak geçinirdi. Şimdi belki yirmi dört kitabevi var, ama adı kitabevi. Kırtasiye, oyuncak ve spor malzemesi satıyorlar.
Kitabevlerini ayakta tutan esasen MEB kitabı satışı idi. Yanında defter, kalem, çanta satarak okul sezonunu açar, bütçesini güçlendirir, yıl boyu kültür kitabına ağırlık verirdi.
Tıpkı televizyonun yaygınlaşması ile taşrada sinema salonlarının bir bir kapanması gibi; MEB, kitabı öğrenciye ücretsiz vermeye başlayınca zaten zor ayakta duran kitabevleri bir bir kapandı. Kırk bin civarında olan kitabevi sayısı 10.383'e düştü. Biz yayıncılar 1970'lerde bir kültür kitabını tahmini satışa göre ya üç bin veya beş bin basardık. Şimdi bu rakam ortalama bin'e düşmüştür.
Ters orantı dediğim budur.
Eğer Türkiye'de artan üniversite, orta öğrenim kurumu, öğrenci sayısını göz önünde bulundurursak doğru orantılı olarak yayıncıların bir kitabı ilk baskıda on bin, yirmi bin basmaları gerekirdi. Okumuyoruz (Bunca yıldan sonra bu hastalığın şifa bulacağına dair umudumu kaybettim). Bunun pek çok sebebi var. Bu yazıda hepsini sıralamak mümkün değil. En önemlisi okulların ilk mektepten itibaren çocukları, okumaya alıştıramamaları veya bunu hiç gündeme getirmemeleridir. Çünkü bırakın çocukları, öğretmenler okumuyor. Prof. Dr. Orhan Okay seksen yaşın tecrübesi ile geçenlerde bir gazetede "Edebiyatçılar edebiyat okumuyor" demişti.
Bu bana bir derginin dramatik kapanış yazısını hatırlattı. Bundan 15-20 yıl önce "Sonbahar" adlı kaliteli bir şiir dergisi vardı. Kapanırken şöyle bir yazı yayımladı:
"Eğer dergimize şiir gönderen şairler bu dergiyi alsalardı Sonbahar kapanmayacaktı." Ben de yirmi iki yıldır tek başıma çıkardığım Dergâh dergisinde böylesi durumlarla karşılaşıyorum. Adam şöyle yazıyor bana: "Gönderdiğim şiir eğer dergide yayımlanırsa lütfen beni haberdar edin."
Bu manzara içinde bir parlak köşe, okurları ve yazarları kışkırtıyor. O da tüketim kültürü paralelinde gelişen "popüler kitaplar". Bunlar içinde sağlıktan, dinden, siyasetten romana kadar pek çok çeşit var. Heveslenen gençler kısa yoldan para kazanmak için yayınevi kuruyor ve bu kitapların peşinde koşuyorlar. 2000'de 844 olan yayınevi sayısı 2010'da 1691'e çıkmış. 2000'de 140 olan senelik roman sayısı 2010'da 570'e fırlamış. Bunların çoğu muhtemelen ilk romanlardır.
Nobel Edebiyat Ödülü'nü de alan Türkiye'de beş on yazar gerçekten yüksek tirajlara ulaşan romanlar yazıyor ve bu tirajlar gençlerin gözlerini kamaştırıyor. Bir "meta" haline gelen kitap elbette yılın "moda terlikleri" kadar satabilir. Bunun küçümsenecek bir yanı yok.
Terlikler ne kadar dünyayı takip ediyor, bir kalite ve çekicilik taşıyorsa, kitapların da bir kalitesi olmalı değil mi?
Elbette vardır.
Konu iyi seçilmiş, iyi anlatılmıştır.
Kitabın tanıtımı iyi yapılmıştır.
Ve netice alınmıştır.
Buna da takılıp kalmamalı. Büyük fotoğrafı görmeli. Televizyon yaygınlaşınca radyonun pabucu dama atıldı. İnternet ve görsel medya zaten zayıf olan yazık kültürü büsbütün köreltiyor. Dünyada bırakın edebiyatı, alışkın olduğumuz sanatın sonunun geldiği tartışılıyor. Demek ki bir problem var.
Dâvâ konusu olan bir mesele.
Bu meseleye Fransız kalmayalım.
Mustafa Kutlu
Yeni Şafak
6 Temmuz 2011
Bir güzel dergi: 'Dil ve Edebiyat'
Temmuz 2011, Sayı: 31
Türk Edebiyatının “En Hazin” Şiiri
Türk edebiyatının “en hazin” şiiri olarak gösterilen Taşlıcalı Yahya’nın “Şehzade Mustafa Mersiyesi” Dil ve Edebiyat Dergisi’nin Temmuz sayısında.
Klasik Türk Edebiyatı, Metin Şerhi, Türk Edebiyatında Mesneviler, Klasik Türk Edebiyatının Sosyal Cephesi gibi çalışma alanlarında önemli eserler vermiş olan Prof. Dr. A. Atilla Şentürk’ün şair Taşlıcalı Yahya, onun eserleri ve hazin mersiyesi ile ilgili geniş bir değerlendirmesi, Temmuz sayısında Dil ve Edebiyat Dergisi’nin kapak konusunu oluşturuyor.
Türk edebiyatının en hazin mersiyelerinden biri olan Şehzade Mustafa Mersiyesi, Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın birtakım entrikalarla Kanunî’nin tahta varis olan en büyük oğlu Mustafa’yı idam ettirmeleri sonucu yazılır. Asker arasında büyük infial uyandıran bu durumun bir isyana dönüşmesi Kanunî’nin Rüstem Paşa’yı azletmesi ile önlenir, fakat ordudan başlayarak ülkenin her köşesine bir matem ve nefret bulutu çökmesine engel de olunamaz. Bu matemin çağını aşan etkisi, Türk edebiyatı tarihinde hiç kimseye nasip olmayacak sayıda mersiye yazılmasına da neden olur.
Bunlardan biri, Şehzade Mustafa’nın idamı esnasında kendisi de ordu mensubu bir asker olan Taşlıcalı Yahya Bey tarafından, hayatını tehlikeye atma pahasına yazılmıştır. Şair, şehzadenin ölümünü, öldürülüş sebebini, çevrilen entrikaları ve bundan duyduğu derin teessürü dile getirmiş; şehzade hakkında yazılan mersiyelerin hiç birinde görülmeyen bir samimiyet ve cesaretle, Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa'ya duyduğu öfkeyi yer yer açıkça ve ustaca hakaretlerle ifade etmekten çekinmemiştir.
Şairler, Şehzade Mustafa’nın öldürülmesini “güneşin batışı”na benzeterek yaşanan olayın trajik boyutunu edebiyat aracılığıyla günümüze taşımayı da başarmışlardır. Dil ve Edebiyat dergimizin sayfalarına kadar uzanan bu hazin öyküyü beğeniyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Dergi editörümüz Hüseyin Altuntaş’ın giriş yazısında belirttiği edebiyatın farklı türlerine ait nitelikli eserler yayımlama çabasına “Şehzade Mustafa Mersiyesi”ni örnek olarak verebiliriz sanırım. Ama yaz sıcaklarının bastırdığı şu günlerde dergimizdeki edebî değeri yüksek eserlerin bununla sınırlandığı düşünmek haksızlık olur. Haksızlık olur, çünkü, Sadettin Kaplan’ın “Nerede O Tül Gibi Sevdalar” başlıklı denemesi, gelecekte Türk edebiyatının en güzel denemeleri arasında antolojilerde yer alacak cinsten. Hem aşk ve sevda üzerinden değişen bir dünyaya hem de nostaljik olanın tadına Kaplan’ın kelimeleri arasından ulaşabiliyorsunuz. Dergimizden Sadettin Kaplan’la ilgili aktaracağımız haberler bununla sınırlı değil. Semra Bilgin, “Rüzgârın Türküsü Bir Özge Can” başlıklı yazısında Sadettin Kaplan’ın edebiyatına, şiirine ve dünyasına değiniyor.
Dil ve Edebiyat Dergisi’nin söyleşi sayfaları ise bir şairi ağırlıyor. “Şiirin hamuru hüzün, iskeleti yalnızlıktır.” diyen Arif Dülger’le keyifli bir sohbetin kapılarını dergimiz için açan isim ise Nurettin Durman.
Recep Garip’in bir yolculuğun izlenimlerini aktardığı “Tren Yolculuğunda Bir Arasat” başlıklı yazısı ile yazar- okur ilişkilerini bir kere daha edebiyatın köşebendine iliştiren ve Hilmi Yavuz’la karşılaşmasını anlatan denemesiyle Tülay Kale dergimizin sayfaları arasında yerlerini alıyorlar.
Bunca okunmaya değer metnin ardından güzel haberlerden birini sona bırakarak, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte düzenlediğimiz “İstanbul” konulu şiir yarışmamızın sonuçlarının da dergimizde yer aldığı bilgisini verelim. Geçen ay içerisinde düzenlenen ödül töreniyle ilan ettiğimiz sonuçlarımıza dergimizin Temmuz sayısından da ulaşmanız mümkün.
Salih Kılıç
İrtibat:
Nişanca Mah.Feshane Caddesi No:3 Eyüp/Istanbul
Tel: 0212 581 61 72
www.ded.org.tr
'Şehrengiz' edebiyat ve düşünce dergisi
Anarız ölümü gözlerinden öperek..
Şehrengiz, edebiyatın tadına şehirleri aşarak varıyor.. Konya’dan Sakarya’ya, Diyarbakır’dan İstanbul’a.. Ortadoğuya sevgiyle, Avrupaya hayretle, Asya’ya boş gözlerle bakmadan geçemiyoruz..
Kuşlara sözümüz geçmez amma bir talebimizi dile getirip kanatlarına taksınlar istedik; uçun kuşlar uçun suriye için..
İlk defa kalemi şehrengiz sayfalarına değen arkadaşlarımız var:
kimisi şiir’le ; Mesut Gökdemir, Fatma Erbay, Furkan Öz, Hüsameddin Bayraklı,Adnan Sayım, Turgay Demir
kimisi deneme ve hikaye’yle: Hümeyra Özdemir, Bilal Kul, Emre Berber..
Ayrıca,
Fatih Tamer, ‘ayat ayat cinta’ filmine dair yazısı ve Ahmet Eren, ‘Uçurtma Avcısı’ kitabının tanıtımı ile,
Muhammet Çelik, ‘Kısa Türkiye Tarihi’ , Hatice Gökdere ‘Her dost ölümü tadacaktır’ Bilal Can ‘en çok şerh düşen gözlerini sevdim’ denemeleri ile,
Cihat Karaman ‘Güvercin kanadında hülyalar’ Osma Akyol 1darbeli kahve’ Abdullah Şahin ‘kedi köpek ve radyo’ hikayeleri ile,
Seher ortaöner ‘kül’, Abdulkadir Akdemir ‘hüsran çizelgesi’, Mustafa Kadir Çelik ‘özgür kalmak’, Nebiye Arı ‘ama bu şarkı yarım’, Muhammet Çelik ‘ölüye övgü’, Mahmut Yavuz ‘âraftan vuslata’, Sema Erdoğan ‘başka ad’, Emrah Tahiroğlu ‘haydi kalk şiiri bekletmeyelim’ şiirleriyle, yine sayfalarımıza misafir oldular.
‘ Haydi Kalk Şiiri Bekletmeyelim’
‘ulan hayret etmeden ölen adam var
sen ne diye dua ediyosun.’
‘sabır!’
‘Gemi yanında uçan martının başını kaldırıp
Dumanı görmesiyle başlar endişe’
‘Bir de yağmur değdi mi camlara
Akarım o an titrek ışıklara.’
‘Hadi! Elindekileri al gel de putlarımızı kıralım!’
‘en iyisi doğan herkese bir mezar kazılmalı
beklemeli insan elinde kazma ve kürek’
‘ -Hoca bir çay daha…’
‘Gidiyorsun,
Çünkü yaşanmamış fikirlerin yoktur karşılığı’
‘Çocuklar kuşlardan da berrak. Çocuklar Ölümden bile gerçek.’
‘ -Bu böyle gitmez, artık biri gelsin, dedi.’
‘Bazı yalnızlıklar böyle uzar gider
Uzar gider çakmak ateşi kalır geriye’
‘ola ki bir güneş doğar bağrıma’
‘ – Hadiii sayım var, aydınlığa!..’
‘Neden aynı dili bile konuşamıyoruz?’
Ümit Aktaş’la ‘özgürlük’ üzerine sohbet ederken bize ‘doğuştan şair’ birisi değilim diyor, şairler duygusal bilinir ben öyle değilim.. Beni ağlatan ise, bir toplumun özgürleşmesi, zulümden kurtulma sahneleridir, bunun dışında ağlamam genelde.
Düşüncenin estetik bir ifadesidir şiir. Ama düşüncenin bir felsefeyle değil de, duyarlılık ile birleştirilerek dile getirilmesi..
Biz de sorduk Ümit Aktaş’a sorularımızı :
-Şiirlerinizde genellikle özgürlük teması var. Sebebi nedir bunun?
-Fransız devrimiyle ortaya çıkan bir ‘özgürlük’ kavramı var. Osmanlı’nın son dönemlerinde de üzerine şiirler yazılmış bir ‘hürriyet’ kavramını görüyoruz. Sizin dile getirdiğiniz özgürlük kavramı nereye dayanıyor?
-Edebiyatta kullanılan Özgürlük ütopik bir kavram mıdır? hep ulaşılamayan..
-Okuma serüveni kitabınızda Mehmet Akif, Said Nursi ve benzeri kişileri, zamanlarının müsbitlerine karşı çıkmalarından dolayı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Bu türdeki karşı duruşların izdüşümlerini günümüzde de görebiliyor muyuz aydınlarımızda, yoksa geçmişte mi kaldı?
-Özgürlük kavramı denildiğinde günümüzde akla gelen ilk şey ‘demokrasi’ oluyor. Ortadoğu halklarının günümüzde istedikleri şey de demokrasi ile özgürleşmek diye dile getiriliyor. Öte yandan çoğunlukla kullanılan başka bir ifadeye göre de demokrasinin modern kölelik olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
-Türkiye’deki demokrasi mücadelesi şimdilerde Müslümanların önderliğinde yapılıyor daha çok. Daha ileri bir demokratik sisteme geçeceğiz deniliyor. Arap dünyasında istibdat olduğu için oralardaki demokrasi mücadelelerini destekliyorum veya anlıyorum diyorsunuz, buradaki mücadele de aynı şekilde mi acaba? Daha liberal bir toplum oluşurken müslümanlar bunun neresinde?
-Kurtuluş savaşında veya günümüzdeki Arap devrimleri hareketlerinde kadınları hep ön saflarda ve öncü konumda görüyoruz. Daha bir özgürleşmişler ve özgürlük hareketlerinde de önemli roller oynuyorlar. Bunda toplumun aydınlarının, düşünürlerinin de rolü var tabi. Buradan hareketle şunu sormak istiyorum: İslam tarihinde müslüman toplumlarda kadın gereken konumunda olabilmiş midir?…
ve uzun uzun cevaplarıyla karşıladı bizi dokuzuncu sayının renksiz sayfalarında.
yani, biz hâlâ edebiyattayız, sizi de bekleriz..
2011-07-17
'Edebî Müdahale' dergisi
Edebî Müdahale dergisi bu sayısında kapaktan Aliya İzzetbegoviç’in resmi ile üç ayları selamlıyor.
Edebî Müdahale bu kez kapaktan Aliya İzzetbegoviç’in resmi ile üç ayları selamlıyor ve Peygamberimizin “Ya Rabbi, Receb’i ve Şaban’ı bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” duasıyla okuyucusuna merhaba diyor.
Ömer Faruk Dönmez ‘Hikmet ve Kudret’ adlı yazısında ‘gece teheccüd kılan, gündüz devlet yöneten’ bir peygamberin ümmeti olarak, günümüz Müslümanlarının ‘manevi ve siyasi’ planda sahip olması gereken dengeli tavrı dile getiriyor.
Güven Adıgüzel, Ahmet Özcan’la uzun bir söyleşi gerçekleştirmiş. Devleti ve milleti yeniden formatlayacak akil Müslümanlık devriminden tutun da, son otuz yılda türeyen ‘dindar burjuva sınıfına’ kadar; genç nüfusun nasıl dava sahibi yapılacağından tutun da, millilik kavramına ve edebiyata kadar ‘baba mevzuların’ dile getirildiği bu söyleşi son zamanların en baba röportajı olmuş.
Bülent Akyürek ‘Kanaat Önderleri’ klişesini ‘Kabahat Önderleri’ne dönüştürerek ters köşe goller atmaya devam ediyor.
Salim Nacar “Müslüman devrimcilerin irtibatlandığı İslam ruhu; soyluların rahatlığından, liberallerin genişliğinden, özgürlükçülerin soykıran tekinsizliğinden daha geniş, daha özgür, daha lekesiz bir geçmiş ve gelecek vaat eder bize.” diyor ve ‘özgürlüğümüz ile yazarak Müslüman olmamız’ arasında derin bağlar kuruyor.
Her zaman olduğu gibi bu sayısında da Müdahale genç yazarlara en fazla yer veren dergi olma özelliğini koruyor. Yazarlarının çoğu yirmili yaşlarda ve Müdahale bir mektep olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.
İslam edebiyatının damar dergilerinden Edebî Müdahale’ye devrimci yazılarınızı mertedebiyat@gmail.com adresinden ulaştırabilirsiniz.
Edebî Müdahale bu kez kapaktan Aliya İzzetbegoviç’in resmi ile üç ayları selamlıyor ve Peygamberimizin “Ya Rabbi, Receb’i ve Şaban’ı bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” duasıyla okuyucusuna merhaba diyor.
Ömer Faruk Dönmez ‘Hikmet ve Kudret’ adlı yazısında ‘gece teheccüd kılan, gündüz devlet yöneten’ bir peygamberin ümmeti olarak, günümüz Müslümanlarının ‘manevi ve siyasi’ planda sahip olması gereken dengeli tavrı dile getiriyor.
Güven Adıgüzel, Ahmet Özcan’la uzun bir söyleşi gerçekleştirmiş. Devleti ve milleti yeniden formatlayacak akil Müslümanlık devriminden tutun da, son otuz yılda türeyen ‘dindar burjuva sınıfına’ kadar; genç nüfusun nasıl dava sahibi yapılacağından tutun da, millilik kavramına ve edebiyata kadar ‘baba mevzuların’ dile getirildiği bu söyleşi son zamanların en baba röportajı olmuş.
Bülent Akyürek ‘Kanaat Önderleri’ klişesini ‘Kabahat Önderleri’ne dönüştürerek ters köşe goller atmaya devam ediyor.
Salim Nacar “Müslüman devrimcilerin irtibatlandığı İslam ruhu; soyluların rahatlığından, liberallerin genişliğinden, özgürlükçülerin soykıran tekinsizliğinden daha geniş, daha özgür, daha lekesiz bir geçmiş ve gelecek vaat eder bize.” diyor ve ‘özgürlüğümüz ile yazarak Müslüman olmamız’ arasında derin bağlar kuruyor.
Her zaman olduğu gibi bu sayısında da Müdahale genç yazarlara en fazla yer veren dergi olma özelliğini koruyor. Yazarlarının çoğu yirmili yaşlarda ve Müdahale bir mektep olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.
İslam edebiyatının damar dergilerinden Edebî Müdahale’ye devrimci yazılarınızı mertedebiyat@gmail.com adresinden ulaştırabilirsiniz.
'Berceste' dergisi soruşturdu: Şiir hayattan çekiliyor mu?
Şiir mi kayboldu yoksa biz mi?
Aylık kültür-sanat -edebiyat dergisi Berceste, 109. sayısını şiir ve roman soruşturmasına ayırdı.
Aylık kültür-sanat –edebiyat dergisi Berceste, 109. sayısını şiir ve roman soruşturmasına ayırdı. Son zamanlarda edebi türler içinde roman ve hikayenin şiirden daha çok okunduğundan yola çıkarak hazırlanan dosyada, "Türk edebiyatında roman şiirin önüne mi geçti?", sorusuna yanıt aranmış.
Prof.Dr. Cihan Okuyucu, yazısında sorunun güncel bir tespit olduğunu geçmişten günümüze kadar değerlendirerek açıklıyor.
Ahmet Turan Alkan, şiiri üst dil, nesri ise mantığın ayak izlerini takip eden bir takipçi olarak yorumluyor.
Prof. Dr. Hasan Boynukara her dönemin kendi edebiyatını yaratır kuralının bozulmadığını, sosyal politikaların tüketilenin niteliğini etkilediğini diğer yandan plaj şiirleri dediği mesajlarda kullanılan, kolay anlaşılır, derinliği olmayan şiirler(!), kasetlerde okudum seni dediği, seslendirilmiş şiirler (ki şiiri insan kendi sesiyle okumalı diyor), gazetelerdeki edebiyat sayfalarının da sürgünlüğünü insanların maddiyata düştüğüne bağlayarak anlatıyor. Romancılığın meslek olduğundan ancak şair ve filozofların gayrı resmi yasa koyuculuğundan söz ediyor. Zamanın değiştiğinden dem vurarak zamanenin eğlence, hareket, haz vesaire istediğini, zahmetsiz ürün beklediğini, üreticinin ise ürünü satarak çok kazanmak istediğini oysa şiirin sayıya dökülemediğini bu yüzden de alıcı bulamadığını belirterek yazısını noktalıyor.
Doç. Dr. Vefa Taşdelen ise şiirin bir ideoloji olduğunu, bunun değişmesi durumunda şiir üretimindeki sorunlara bakmanın gerekliliğini vurguluyor. Yayınevlerinin romana olan alakasını ticari bir ilgi olarak değerlendirirken şairleri de kendilerini ürettiklerinin niteliği hakkında sorguya davet ediyor.
Hüzeyme Yeşim Koçak ise yalnız şiir değil hikayeye karşı da alakasızlığı, görsel bir şiddetin tahakkümü içinde medyaya bağlayarak anlatıyor. Artık kimselerin sevgilisine şiir okumadığını ve gönüller aşktan uzaklaştıkça bu çözülmelerin olacağı gerçeğini deneme tadında kaleme almış.
Edebiyata şiirle giren hikayeyle devam eden İmdat Avşar, konunun çözümlenebilmesi için okuyucu kitlesini analiz etmenin gerekliliğiyle başlayarak, şiirin tüm dünyada yeni bir dil aradığını dengenin ancak bu dil bulunduğunda sağlanacağını belirtiyor. Hikaye ve romanları ise sinemanın hammaddesi olarak görüyor.
Doç. Dr. Erdoğan Erbay şiir ve roman soruşturmasını medeniyet bağlamı, kimlik/şahsiyet bağlamı ve tür bağlamı olarak üç başlıkta inceliyor.
Nesil yayınlarından Ahmet Ay, halkın teveccühü olmadan hiçbir metanın ayakta kalmayacağını önce halkı eğitmek gerektiğini bunun için de milli eğitim sistemindeki değişmelerle birlikte kültür bakanlığının da konuya eğilmesinin gerekliliği üzerinde durmuş.
İsa Yar, Selim Tunçbilek, Muhsin İlyas Subaşı, Ahmet Şahin, İsmail Özmel, Bekir Oğuzbaşaran, İbrahim Şahin, Hatice Eğilmez Kaya, Oyhan Hasan Bıldırki, Kibar Ayaydın Cansaran Kızıltaş, M. Nihat Malkoç da konuya ilişkin düşüncelerini paylaşmışlar.
Dergide ayrıca Filiz Kalyon’un, Akçağ yayınevi sahibi Ahmet Hikmet Ünalmış’la şiir kitapları hakkında yaptığı söyleşi ile Nihan Işıker’in Ervin Jahiç ile şiir üzerine söyleşisi bulunuyor.
Yusuf Akyüz’ün “Şi’re Sunulan Şiir” isimli şiiriyle renklenen Berceste dergisi Vedat Ali Tok’un yönetmenliğinde yoluna emin adımlarla devam ediyor.
Sergül Vural
Aylık kültür-sanat -edebiyat dergisi Berceste, 109. sayısını şiir ve roman soruşturmasına ayırdı.
Aylık kültür-sanat –edebiyat dergisi Berceste, 109. sayısını şiir ve roman soruşturmasına ayırdı. Son zamanlarda edebi türler içinde roman ve hikayenin şiirden daha çok okunduğundan yola çıkarak hazırlanan dosyada, "Türk edebiyatında roman şiirin önüne mi geçti?", sorusuna yanıt aranmış.
Prof.Dr. Cihan Okuyucu, yazısında sorunun güncel bir tespit olduğunu geçmişten günümüze kadar değerlendirerek açıklıyor.
Ahmet Turan Alkan, şiiri üst dil, nesri ise mantığın ayak izlerini takip eden bir takipçi olarak yorumluyor.
Prof. Dr. Hasan Boynukara her dönemin kendi edebiyatını yaratır kuralının bozulmadığını, sosyal politikaların tüketilenin niteliğini etkilediğini diğer yandan plaj şiirleri dediği mesajlarda kullanılan, kolay anlaşılır, derinliği olmayan şiirler(!), kasetlerde okudum seni dediği, seslendirilmiş şiirler (ki şiiri insan kendi sesiyle okumalı diyor), gazetelerdeki edebiyat sayfalarının da sürgünlüğünü insanların maddiyata düştüğüne bağlayarak anlatıyor. Romancılığın meslek olduğundan ancak şair ve filozofların gayrı resmi yasa koyuculuğundan söz ediyor. Zamanın değiştiğinden dem vurarak zamanenin eğlence, hareket, haz vesaire istediğini, zahmetsiz ürün beklediğini, üreticinin ise ürünü satarak çok kazanmak istediğini oysa şiirin sayıya dökülemediğini bu yüzden de alıcı bulamadığını belirterek yazısını noktalıyor.
Doç. Dr. Vefa Taşdelen ise şiirin bir ideoloji olduğunu, bunun değişmesi durumunda şiir üretimindeki sorunlara bakmanın gerekliliğini vurguluyor. Yayınevlerinin romana olan alakasını ticari bir ilgi olarak değerlendirirken şairleri de kendilerini ürettiklerinin niteliği hakkında sorguya davet ediyor.
Hüzeyme Yeşim Koçak ise yalnız şiir değil hikayeye karşı da alakasızlığı, görsel bir şiddetin tahakkümü içinde medyaya bağlayarak anlatıyor. Artık kimselerin sevgilisine şiir okumadığını ve gönüller aşktan uzaklaştıkça bu çözülmelerin olacağı gerçeğini deneme tadında kaleme almış.
Edebiyata şiirle giren hikayeyle devam eden İmdat Avşar, konunun çözümlenebilmesi için okuyucu kitlesini analiz etmenin gerekliliğiyle başlayarak, şiirin tüm dünyada yeni bir dil aradığını dengenin ancak bu dil bulunduğunda sağlanacağını belirtiyor. Hikaye ve romanları ise sinemanın hammaddesi olarak görüyor.
Doç. Dr. Erdoğan Erbay şiir ve roman soruşturmasını medeniyet bağlamı, kimlik/şahsiyet bağlamı ve tür bağlamı olarak üç başlıkta inceliyor.
Nesil yayınlarından Ahmet Ay, halkın teveccühü olmadan hiçbir metanın ayakta kalmayacağını önce halkı eğitmek gerektiğini bunun için de milli eğitim sistemindeki değişmelerle birlikte kültür bakanlığının da konuya eğilmesinin gerekliliği üzerinde durmuş.
İsa Yar, Selim Tunçbilek, Muhsin İlyas Subaşı, Ahmet Şahin, İsmail Özmel, Bekir Oğuzbaşaran, İbrahim Şahin, Hatice Eğilmez Kaya, Oyhan Hasan Bıldırki, Kibar Ayaydın Cansaran Kızıltaş, M. Nihat Malkoç da konuya ilişkin düşüncelerini paylaşmışlar.
Dergide ayrıca Filiz Kalyon’un, Akçağ yayınevi sahibi Ahmet Hikmet Ünalmış’la şiir kitapları hakkında yaptığı söyleşi ile Nihan Işıker’in Ervin Jahiç ile şiir üzerine söyleşisi bulunuyor.
Yusuf Akyüz’ün “Şi’re Sunulan Şiir” isimli şiiriyle renklenen Berceste dergisi Vedat Ali Tok’un yönetmenliğinde yoluna emin adımlarla devam ediyor.
Sergül Vural
19. 'Aşkar'
Aşkar dergisi 19. Sayısıyla yine çok iyi bir iş çıkarmış.
Tam dört yıldır yayın hayatını sürdüren Aşkar Dergisi 18. sayısında harika bir sıçrama ile okur karşısına çıkmıştı. Üzerine konuşuldu, yazıldı, çizildi. Ama şimdi şiir, mülakat ve yazılarıyla öyle bir sayı geldi ki birçok kimsenin alıp okumak isteyeceğini şimdiden söyleyebilirim.
Derginin yeni tasarımında göz dolduran bu ikinci kapağa İsmet Özel taşınmış. Hemen saçlarının hizasındaki mısra dikkat çekiyor: “Doğacaktır sana va’dettiği günler hakkın” bu mısraların fısıldadığı anlamı İsmet Özel mülakatıyla tamamlıyor. Yine çarpıcı şeyler söylemiş İsmet Özel; İstiklal Marşı Derneği’nden ülkenin ahvaline, dilden şiire kadar… İşte İsmet Özel’in sözlerinden iki tanesini sizlerle burada paylaşalım: “Latif harfleriyle Türkçe’nin sınırı Of Not Being A Jew’den geçer.”
“Sivas Kongresi bir İslam Enternasyonaliydi zamanında.”
Aşkar Dergisi’nin en önemli yanlarından bir tanesi çıktığı andan beri gelişen şiir kanadı. 18. sayısında Cevdet Karal, Hakan Şarkdemir ve Ali Ayçil gibi isimleri ağırlayan Aşkar, 19. sayısında modern şiirimizin ve Türk düşüncesinin dev bir ismini misafir ediyor: İsmet Özel.
Sonal Manyas Eya Hatim başlıklı şiiriyle Aşkar sayfalarında gördüğümüz İsmet Özel’in bize bir sürpriz yaptığını söyleyebiliriz. Kimine göre bir merkez dergisi olmayan ama attığı her adımla merkezileşen Aşkar Dergisi’nde açıkçası İsmet Özel’i görmek bizi hem sevindirdi hem şaşırttı. İsmet Özel’in Aşkar’a önem veriyor olması dikkate değer. Bu Aşkar’ı daha bir dikkatle izlememiz gerektiğinin bir işareti olsa gerek.
Birbirlerini diri tutan bir ekip.
Dergideki diğer şairler ise şöyle: İdris Ekinci, Hüseyin Karacalar, Aziz Mahmut Öncel, İrfan Dağ, Mustafa Melih Erdoğan, Özgür Ballı, İlhan Kayhan, Leyla Karaca, Ali Karan, Süleyman Unutmaz. Dergideki şiirlerin elek üstü şiirler olması Aşkar için hiç de yabancı olduğumuz bir durum değil. Ayrıca yayın kurulu ağırlıklı olarak şairlerden oluştuğundan şiir hususunda birbirlerini diri tutan bir ekip olduklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Aşkar’ın bu hızı şiir üzerine yazılacak poetik metinlere ve dosya konularına da yansıyacaktır.
18. sayıda okuduğumuz harika öykülerin ardından 19. Sayıda da Aşkar öyküde yoluna aynen devam ediyor. Kendilerini Aşkar’dan keşfettiğimiz Akif Hasan Kaya ve Mustafa Çiftçi’den başka Selin Karacan, İsmail Isparta ve Hikmet Çamcı Aşkar’ın bu sayısında yerlerini almışlar.
İsmet Özel’de medeniyet düşüncesini ele alan Reşit Güngör Kalkan’da Aşkar dergisinde artık ismine alıştığımız bir yazar. Musab Kırca “Sonluluk ve Sorumluluk Bağlamında Anksiyete” başlıklı yazısıyla, Mustafa Esen “Kısık Ateşte Pişmek” başlıklı yazısıyla çay demlenen bir diriliş nesline özlemi dile getiriyor.
Aşkar dergisinin çalışkan ve dikkatli kalemlerinden olan Mehmet Raşit “İhsan İlkin”in peşine düşüp bu kişiyi deşifre etmiş. İdris Ekinci “Eleştirinin Halleri” başlıklı yazısıyla öznel ve nesnel iki yaklaşımın dozunu belirlemeye çalışıyor.
Ayrıca dergide iki Turgut Uyar yazısı var.Bu yazılar Özgür Ballı’nın mektubu ile İlhan Kayhan’ın “Türkiye’min Arz-ı Hali” başlıklı yazısı.
Lokman Günay
İrtibat:
idrisekinci58@gmail.com,
huseyinkaracalar@gmail.com
Tam dört yıldır yayın hayatını sürdüren Aşkar Dergisi 18. sayısında harika bir sıçrama ile okur karşısına çıkmıştı. Üzerine konuşuldu, yazıldı, çizildi. Ama şimdi şiir, mülakat ve yazılarıyla öyle bir sayı geldi ki birçok kimsenin alıp okumak isteyeceğini şimdiden söyleyebilirim.
Derginin yeni tasarımında göz dolduran bu ikinci kapağa İsmet Özel taşınmış. Hemen saçlarının hizasındaki mısra dikkat çekiyor: “Doğacaktır sana va’dettiği günler hakkın” bu mısraların fısıldadığı anlamı İsmet Özel mülakatıyla tamamlıyor. Yine çarpıcı şeyler söylemiş İsmet Özel; İstiklal Marşı Derneği’nden ülkenin ahvaline, dilden şiire kadar… İşte İsmet Özel’in sözlerinden iki tanesini sizlerle burada paylaşalım: “Latif harfleriyle Türkçe’nin sınırı Of Not Being A Jew’den geçer.”
“Sivas Kongresi bir İslam Enternasyonaliydi zamanında.”
Aşkar Dergisi’nin en önemli yanlarından bir tanesi çıktığı andan beri gelişen şiir kanadı. 18. sayısında Cevdet Karal, Hakan Şarkdemir ve Ali Ayçil gibi isimleri ağırlayan Aşkar, 19. sayısında modern şiirimizin ve Türk düşüncesinin dev bir ismini misafir ediyor: İsmet Özel.
Sonal Manyas Eya Hatim başlıklı şiiriyle Aşkar sayfalarında gördüğümüz İsmet Özel’in bize bir sürpriz yaptığını söyleyebiliriz. Kimine göre bir merkez dergisi olmayan ama attığı her adımla merkezileşen Aşkar Dergisi’nde açıkçası İsmet Özel’i görmek bizi hem sevindirdi hem şaşırttı. İsmet Özel’in Aşkar’a önem veriyor olması dikkate değer. Bu Aşkar’ı daha bir dikkatle izlememiz gerektiğinin bir işareti olsa gerek.
Birbirlerini diri tutan bir ekip.
Dergideki diğer şairler ise şöyle: İdris Ekinci, Hüseyin Karacalar, Aziz Mahmut Öncel, İrfan Dağ, Mustafa Melih Erdoğan, Özgür Ballı, İlhan Kayhan, Leyla Karaca, Ali Karan, Süleyman Unutmaz. Dergideki şiirlerin elek üstü şiirler olması Aşkar için hiç de yabancı olduğumuz bir durum değil. Ayrıca yayın kurulu ağırlıklı olarak şairlerden oluştuğundan şiir hususunda birbirlerini diri tutan bir ekip olduklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Aşkar’ın bu hızı şiir üzerine yazılacak poetik metinlere ve dosya konularına da yansıyacaktır.
18. sayıda okuduğumuz harika öykülerin ardından 19. Sayıda da Aşkar öyküde yoluna aynen devam ediyor. Kendilerini Aşkar’dan keşfettiğimiz Akif Hasan Kaya ve Mustafa Çiftçi’den başka Selin Karacan, İsmail Isparta ve Hikmet Çamcı Aşkar’ın bu sayısında yerlerini almışlar.
İsmet Özel’de medeniyet düşüncesini ele alan Reşit Güngör Kalkan’da Aşkar dergisinde artık ismine alıştığımız bir yazar. Musab Kırca “Sonluluk ve Sorumluluk Bağlamında Anksiyete” başlıklı yazısıyla, Mustafa Esen “Kısık Ateşte Pişmek” başlıklı yazısıyla çay demlenen bir diriliş nesline özlemi dile getiriyor.
Aşkar dergisinin çalışkan ve dikkatli kalemlerinden olan Mehmet Raşit “İhsan İlkin”in peşine düşüp bu kişiyi deşifre etmiş. İdris Ekinci “Eleştirinin Halleri” başlıklı yazısıyla öznel ve nesnel iki yaklaşımın dozunu belirlemeye çalışıyor.
Ayrıca dergide iki Turgut Uyar yazısı var.Bu yazılar Özgür Ballı’nın mektubu ile İlhan Kayhan’ın “Türkiye’min Arz-ı Hali” başlıklı yazısı.
Lokman Günay
İrtibat:
idrisekinci58@gmail.com,
huseyinkaracalar@gmail.com
2011-07-14
İktibas’ın 391.sayısı çıktı!
Temmuz 2011
31. yıldır gündemi yorumlamaya devam eden İktibas Dergisi 391. sayısı ile okuyucularına ulaştı.
Son iki aydır ülke gündemini meşgul eden seçim fırtınasının dinmesiyle, Suriye’de başlayan değişim süreci bu ayki Yorum’un ana konusunu teşkil ediyor.
Suriye konusunda özellikle İran ve Türkiye’nin uyguladığı ‘ikiyüzlü’ politikalara eleştiri getirilen Yorum’da Batı’nın da hakimiyetini tehlikeye düşürmeyecek bir seyir izlemek için her yola başvurduğu belirtiliyor. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi 'değişimin güvenliği'ni sağlayacak kurumlar eliyle bu sürecin kontrol edilmek istendiği, Libya’da yine aynı kaygılarla müdahaleden çekinilmediği, Yemen’in kendine has dengeleri ve jeostratejik önemi dolayısıyla farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu, Bahreyn’deki katliamların, Batı'nın âli menfaatleri için görmezden gelindiği belirtilirken, Suriye’deki şartların ise bir hayli zor ve karışık olduğu, derin bir ortadoğu analizi ile birlikte tesbit ediliyor.
Derginin Kavram bölümünde ‘insan’ için oldukça önemli ve değerli kavramlardan biri olan ‘Adalet’ işleniyor. Adalet’in ne anlama geldiği, kökü ve kullanım şekli irdelenirken, Adaletin hayatın her alanını kavradığı, sözden fiile, histen tavıra, her alanda adalete ihtiyaç duyulduğu ve adaletin kalmadığı yerde zulmün olacağı vurgulanıyor.
Değerli düşünür yazar Atasoy Müftüoğlu kuvvetli kalemiyle “Bilincin Çöküşü”nü anlattı. Müftüoğlu, “Avrupa merkezci tahakküm üreten dilin, Müslümanlara önce zihinsel anlamda egemen olmak, İslam toplumlarını düşünsel alandan başlayarak yapısal bir dönüşüme uğratmak, bu dil aracılığıyla yeni bir İslam toplumu üretmek ve yapılandırmak istediğini” anlattı.
“Unutulmaya Yüz Tutan: Dil: Tevhidce” başlıklı yazısında Şükrü Hüseyinoğlu, küresel ve yerel sisteme, onların değer yargıları ve kavramlarına karşı tevhidi duruşun zaafa uğradığını belirterek, özellikle AKP iktidarında, ‘iddia’ sahibi Müslümanlar arasında dahi seküler dilin yaygınlaştığını, buna karşın tevhid dilini kullananların azaldığını belirtiyor.
Bünyamin Zeran’ın “Mekke Toplumu ve Yaşadığımız Toplum Karşılaştırması”; Nurefşan Erden’in “Tüketmeyelim Işığımızı”; Mustafa Siel’in “Aşktan da Üstün”; Mehmet Mortaş’ın “Anlamın Yalnızlığı” ve Hüseyin Aykan’ın “Ramazan Ayında Oruç Sınavı” dergide bulunan diğer yazılar.
Ayrıca, derginin Sanat Edebiyat bölümünde Elif İsmailoğlu’nun “Tasdaki Kurbağa”, Dilek Buz’un “Dar Sokaklar” öyküleri ile Mehmet Akif Şahin’in “Batanları Sevmem” denemeleri de dikkat çekiyor.
31. yıldır gündemi yorumlamaya devam eden İktibas Dergisi 391. sayısı ile okuyucularına ulaştı.
Son iki aydır ülke gündemini meşgul eden seçim fırtınasının dinmesiyle, Suriye’de başlayan değişim süreci bu ayki Yorum’un ana konusunu teşkil ediyor.
Suriye konusunda özellikle İran ve Türkiye’nin uyguladığı ‘ikiyüzlü’ politikalara eleştiri getirilen Yorum’da Batı’nın da hakimiyetini tehlikeye düşürmeyecek bir seyir izlemek için her yola başvurduğu belirtiliyor. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi 'değişimin güvenliği'ni sağlayacak kurumlar eliyle bu sürecin kontrol edilmek istendiği, Libya’da yine aynı kaygılarla müdahaleden çekinilmediği, Yemen’in kendine has dengeleri ve jeostratejik önemi dolayısıyla farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu, Bahreyn’deki katliamların, Batı'nın âli menfaatleri için görmezden gelindiği belirtilirken, Suriye’deki şartların ise bir hayli zor ve karışık olduğu, derin bir ortadoğu analizi ile birlikte tesbit ediliyor.
Derginin Kavram bölümünde ‘insan’ için oldukça önemli ve değerli kavramlardan biri olan ‘Adalet’ işleniyor. Adalet’in ne anlama geldiği, kökü ve kullanım şekli irdelenirken, Adaletin hayatın her alanını kavradığı, sözden fiile, histen tavıra, her alanda adalete ihtiyaç duyulduğu ve adaletin kalmadığı yerde zulmün olacağı vurgulanıyor.
Değerli düşünür yazar Atasoy Müftüoğlu kuvvetli kalemiyle “Bilincin Çöküşü”nü anlattı. Müftüoğlu, “Avrupa merkezci tahakküm üreten dilin, Müslümanlara önce zihinsel anlamda egemen olmak, İslam toplumlarını düşünsel alandan başlayarak yapısal bir dönüşüme uğratmak, bu dil aracılığıyla yeni bir İslam toplumu üretmek ve yapılandırmak istediğini” anlattı.
“Unutulmaya Yüz Tutan: Dil: Tevhidce” başlıklı yazısında Şükrü Hüseyinoğlu, küresel ve yerel sisteme, onların değer yargıları ve kavramlarına karşı tevhidi duruşun zaafa uğradığını belirterek, özellikle AKP iktidarında, ‘iddia’ sahibi Müslümanlar arasında dahi seküler dilin yaygınlaştığını, buna karşın tevhid dilini kullananların azaldığını belirtiyor.
Bünyamin Zeran’ın “Mekke Toplumu ve Yaşadığımız Toplum Karşılaştırması”; Nurefşan Erden’in “Tüketmeyelim Işığımızı”; Mustafa Siel’in “Aşktan da Üstün”; Mehmet Mortaş’ın “Anlamın Yalnızlığı” ve Hüseyin Aykan’ın “Ramazan Ayında Oruç Sınavı” dergide bulunan diğer yazılar.
Ayrıca, derginin Sanat Edebiyat bölümünde Elif İsmailoğlu’nun “Tasdaki Kurbağa”, Dilek Buz’un “Dar Sokaklar” öyküleri ile Mehmet Akif Şahin’in “Batanları Sevmem” denemeleri de dikkat çekiyor.
'Müsadenizle çocuklar'
Çoklarının değinmekten çekineceği, peklerinin ele almaktan kaçınacağı, bu çoklarının ve peklerinin hemen her birerlerinin üstünü örtmekten keyif alacakları bir konuyu yazıya çekeceğim.
Aksi rolde peşrev çekmeye niyetlenebilecekleri boyunduruğa alıverdiğimiz bir giriş cümlesiyle başladık ya, gelsin gerisi...
İşimiz zor tabii, çünkü 'iki taraflı bir risk'in etki alanına giriyoruz. Bir taraftan şiir ülkesine sultan olan bir şairin kaçmış olması muhtemel huzurunu huzursuzluk yönünde çoğaltıyor gibiyiz; diğer taraftan bir grup genç kalem sahibine, yahu arkadaşlar, musallatlığın (sataşmanın) bu kadarı da nahoş değil mi deyip kulak büker gibi bir pozisyonda olacağız...
Doğrusu olan bitenin üstünü örtmektense, böyle iki tarafın da başını biraz okşayıp makul bir mesaja tabi tutmanın daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Sa'y bizden hayra havale Allah'ın işi...
Şimdi efendim, 'iki taraf' dediğimize göre, lafı hoplatıp zıplatmaya sen şurada bir nefeslen diyerek, o iki tarafın kimliklerini açıklamaya girişelim. Kimdir bu iki tarafın mümessilleri?
Bir tarafta, "Türk" şiirinin (Türk'ü özellikle vurguluyorum) zirve isimlerinden birisi, İsmet Özel... Şahsen son yıllarda yazdıklarını pek beğenmesem de, kendisinin şiir sanatındaki yetkinliğini, yerini ve konumunu hakkıyla tespit etmemek, ancak nadanlık bir iştir diyeceğim... Haset, kin, garaz, kıskançlık gibi kimi sebeplerden ötürü İsmet Özel'in makamında gözü olan kimi adı sanı belli meşhurları bir tarafa yıkıp şöyle söyleyelim; kendini bilen İsmet Özel'i bilir!
Fakat bizde şöyle bir şey de var: Bir üstadın (guru mu yoksa?) eli eteği altında varlık sürdürmekten haz alan, arada bir onun evirip çevirmeleriyle esrarengiz bir şeycikler yaparak geçimini sağlayan, çoğu yeteneksiz, fakat belirli bir kümelenme oluşturdukları için ortak gürültü çıkarabilen şiir meraklısı armutun iyisini yiyiciler... Böyle bir mekanizmanın (güvenli arazinin) içinde çöreklenmekten keyif duyarlar bunlar, zevkten kıç atarlar... Maalesef, İsmet Özel'in etrafında da -o istemiş midir bunu, bilmem- bu türden mekanik şahsiyetlere rastlanmıyor değil... Demek istediğim, İsmet Özel de dâhil, herhangi bir "üstad"a böylesi bir yaklaşımla müşteri olmayı ar sayarız...
Bunu ar saydığımız gibi, bir üstad da olsa, herhangi bir şairin mütekebbir bir edayla tavır takınması da bizi bozar! Buna rest çekmek şanımızdandır... Bu çerçevede, İsmet Özel'in belirli zamanlarda galip (neyin galibiyse) bir "Türk" edasıyla çeşitli kavim ve toplulukların aleyhine söylediği arızalı cümleleri kabul etmemiz mümkün değildir, ol cümlecikleri deheleriz!
Şimdi, gelelim bu tarafa...
Kıyıda köşede, çıkmaz sokaklarda, yeraltının şahane mağaralarında gelişip serpilen edebiyata, böyle edebiyata yordam veren şair ve yazarların hamlelerine ortak olmaya çalışırım. Onların el yordamıyla, fotokopiyle, her türlü imkânsızlıklarla boğuşarak çıkardıkları fanzinler yahut dergiler benim kanımı ısıtır. Onlar cismen küçüktürler, fakat meydanda ahkâm kesip duran plastik avizelere, yanlış söyledim, büyük dergilere göre daha büyük işler başarırlar. Onların bu faaliyeti bana hak edilmiş bir gövde gösterisi gibi gelir; öyledir...
10. sayısı da çıkan Yordam, işaret ettiğim dergilerden birisidir. Mehmet Sait Çakar ve arkadaşlarının hamleleriyle oluşmuş bir yayın organıdır Yordam.
Buraya kadar kazasız belasız geldiysek ne mutlu bize...
Ne diyorduk, Yordam... Bu dergi, 10. sayısında ne yapmış biliyor musunuz?
Deyim yerindeyse, hücuma geçmiş! Kime yönelik bu taarruz? İsmet Özel'e. Şu benim de muteber bulmadığım kimi söylemlerinden ötürü, Yordam'ın genç şair ve yazarları, kalemlerinin ucunu açıp, yüklenmişler İsmet Özel'e.
Doğrusu, şiddetli bir taarruzla karşı karşıya İsmet Özel. Onu hedefe yerleştirenlerin çoğu, bizzat kendisi tarafından "öteki"leştirilen toplum kesimlerinden, "Kürtler ve Aleviler"den sıyrılıp gelenler.
Evet, tam sayısını doğru verebilir miyim bilmem; bir yazı, yirmi altı manzum metin. Mehmet Sait Çakar'ın imzaladığı ve dosyanın önsözü mahiyetindeki tek mensur metne göre, bir bu kadarı da gelecek sayıda yer alacak.
Mehmet Sait Çakar, böyle bir tavır alışın gerekçesi olarak şunu özellikle vurguluyor: Türkiye'deki "normalizasyon sürecine katkı" sağlamak: "Ne güzel, artık biz de Türkiye toplumunun meşru bir parçası oluyor gibiyiz." Tam da bu noktada Çakar'a şu soruyu sormak istiyorum: İsmet Özel (veya bir başkası) tam tersi bir noktadan konuşuyor olsaydı, benzeri bir tepkiye "çatık kaş" gösterebilecek miydin? Yoksa, "Nasılsa İslamcı" ('nasılsa'yı özürlü olarak algılıyorum, samimi İslamcılardan ayırmak için) olanların "emarelerini" mi yansıtacaktı? Bunun takipçisi olacağımı bilsin kendisi!
Mehmet Sait Çakar'ın da özellikle belirttiği gibi, Yordam'da İsmet Özel karşıtlığı makamında rol üstlenmiş olan arkadaşların çoğu "önceden manzum metin yazmamışlar." Bununla birlikte "şiir sayılmayı hak" edecek nitelikler bulmamız mümkün bu metinlerde. Özellikle ironik bir atmosferin yüklü olduğu bu metinlerinde yer yer taze ve özgün buluşlara da imza atılmış olduğunu görüyoruz.
Buraya kadar söylediklerimi kaynağından görmek isteyenler ve olan bitene bir tarafından (elbette edebi bir formla) müdahil olacaklar bulunabilir. Onlar içindir şu Yordam bilgisi: mehmetsaitcakar@gmail.com; 0506 680 64 50.
Cevat Akkanat
Millî Gazete
14 Temmuz 2011
Aksi rolde peşrev çekmeye niyetlenebilecekleri boyunduruğa alıverdiğimiz bir giriş cümlesiyle başladık ya, gelsin gerisi...
İşimiz zor tabii, çünkü 'iki taraflı bir risk'in etki alanına giriyoruz. Bir taraftan şiir ülkesine sultan olan bir şairin kaçmış olması muhtemel huzurunu huzursuzluk yönünde çoğaltıyor gibiyiz; diğer taraftan bir grup genç kalem sahibine, yahu arkadaşlar, musallatlığın (sataşmanın) bu kadarı da nahoş değil mi deyip kulak büker gibi bir pozisyonda olacağız...
Doğrusu olan bitenin üstünü örtmektense, böyle iki tarafın da başını biraz okşayıp makul bir mesaja tabi tutmanın daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Sa'y bizden hayra havale Allah'ın işi...
Şimdi efendim, 'iki taraf' dediğimize göre, lafı hoplatıp zıplatmaya sen şurada bir nefeslen diyerek, o iki tarafın kimliklerini açıklamaya girişelim. Kimdir bu iki tarafın mümessilleri?
Bir tarafta, "Türk" şiirinin (Türk'ü özellikle vurguluyorum) zirve isimlerinden birisi, İsmet Özel... Şahsen son yıllarda yazdıklarını pek beğenmesem de, kendisinin şiir sanatındaki yetkinliğini, yerini ve konumunu hakkıyla tespit etmemek, ancak nadanlık bir iştir diyeceğim... Haset, kin, garaz, kıskançlık gibi kimi sebeplerden ötürü İsmet Özel'in makamında gözü olan kimi adı sanı belli meşhurları bir tarafa yıkıp şöyle söyleyelim; kendini bilen İsmet Özel'i bilir!
Fakat bizde şöyle bir şey de var: Bir üstadın (guru mu yoksa?) eli eteği altında varlık sürdürmekten haz alan, arada bir onun evirip çevirmeleriyle esrarengiz bir şeycikler yaparak geçimini sağlayan, çoğu yeteneksiz, fakat belirli bir kümelenme oluşturdukları için ortak gürültü çıkarabilen şiir meraklısı armutun iyisini yiyiciler... Böyle bir mekanizmanın (güvenli arazinin) içinde çöreklenmekten keyif duyarlar bunlar, zevkten kıç atarlar... Maalesef, İsmet Özel'in etrafında da -o istemiş midir bunu, bilmem- bu türden mekanik şahsiyetlere rastlanmıyor değil... Demek istediğim, İsmet Özel de dâhil, herhangi bir "üstad"a böylesi bir yaklaşımla müşteri olmayı ar sayarız...
Bunu ar saydığımız gibi, bir üstad da olsa, herhangi bir şairin mütekebbir bir edayla tavır takınması da bizi bozar! Buna rest çekmek şanımızdandır... Bu çerçevede, İsmet Özel'in belirli zamanlarda galip (neyin galibiyse) bir "Türk" edasıyla çeşitli kavim ve toplulukların aleyhine söylediği arızalı cümleleri kabul etmemiz mümkün değildir, ol cümlecikleri deheleriz!
Şimdi, gelelim bu tarafa...
Kıyıda köşede, çıkmaz sokaklarda, yeraltının şahane mağaralarında gelişip serpilen edebiyata, böyle edebiyata yordam veren şair ve yazarların hamlelerine ortak olmaya çalışırım. Onların el yordamıyla, fotokopiyle, her türlü imkânsızlıklarla boğuşarak çıkardıkları fanzinler yahut dergiler benim kanımı ısıtır. Onlar cismen küçüktürler, fakat meydanda ahkâm kesip duran plastik avizelere, yanlış söyledim, büyük dergilere göre daha büyük işler başarırlar. Onların bu faaliyeti bana hak edilmiş bir gövde gösterisi gibi gelir; öyledir...
10. sayısı da çıkan Yordam, işaret ettiğim dergilerden birisidir. Mehmet Sait Çakar ve arkadaşlarının hamleleriyle oluşmuş bir yayın organıdır Yordam.
Buraya kadar kazasız belasız geldiysek ne mutlu bize...
Ne diyorduk, Yordam... Bu dergi, 10. sayısında ne yapmış biliyor musunuz?
Deyim yerindeyse, hücuma geçmiş! Kime yönelik bu taarruz? İsmet Özel'e. Şu benim de muteber bulmadığım kimi söylemlerinden ötürü, Yordam'ın genç şair ve yazarları, kalemlerinin ucunu açıp, yüklenmişler İsmet Özel'e.
Doğrusu, şiddetli bir taarruzla karşı karşıya İsmet Özel. Onu hedefe yerleştirenlerin çoğu, bizzat kendisi tarafından "öteki"leştirilen toplum kesimlerinden, "Kürtler ve Aleviler"den sıyrılıp gelenler.
Evet, tam sayısını doğru verebilir miyim bilmem; bir yazı, yirmi altı manzum metin. Mehmet Sait Çakar'ın imzaladığı ve dosyanın önsözü mahiyetindeki tek mensur metne göre, bir bu kadarı da gelecek sayıda yer alacak.
Mehmet Sait Çakar, böyle bir tavır alışın gerekçesi olarak şunu özellikle vurguluyor: Türkiye'deki "normalizasyon sürecine katkı" sağlamak: "Ne güzel, artık biz de Türkiye toplumunun meşru bir parçası oluyor gibiyiz." Tam da bu noktada Çakar'a şu soruyu sormak istiyorum: İsmet Özel (veya bir başkası) tam tersi bir noktadan konuşuyor olsaydı, benzeri bir tepkiye "çatık kaş" gösterebilecek miydin? Yoksa, "Nasılsa İslamcı" ('nasılsa'yı özürlü olarak algılıyorum, samimi İslamcılardan ayırmak için) olanların "emarelerini" mi yansıtacaktı? Bunun takipçisi olacağımı bilsin kendisi!
Mehmet Sait Çakar'ın da özellikle belirttiği gibi, Yordam'da İsmet Özel karşıtlığı makamında rol üstlenmiş olan arkadaşların çoğu "önceden manzum metin yazmamışlar." Bununla birlikte "şiir sayılmayı hak" edecek nitelikler bulmamız mümkün bu metinlerde. Özellikle ironik bir atmosferin yüklü olduğu bu metinlerinde yer yer taze ve özgün buluşlara da imza atılmış olduğunu görüyoruz.
Buraya kadar söylediklerimi kaynağından görmek isteyenler ve olan bitene bir tarafından (elbette edebi bir formla) müdahil olacaklar bulunabilir. Onlar içindir şu Yordam bilgisi: mehmetsaitcakar@gmail.com; 0506 680 64 50.
Cevat Akkanat
Millî Gazete
14 Temmuz 2011
2011-07-13
'Yolcu' dergisinin 64.sayısı çıktı !
“Kim emredebilir kuşlara kırlarda sessiz olmayı?”
KERVANDAKİLER:*ferhat kalender *mustafa karaosmanoğlu *ömer idris akdin *furuğ ferruhzad *mustafa köneçoğlu *seyit köse *müştehir karakaya *sulhi ceylan *koray feyiz *vedat aydın *hüseyin güç *suavi kemal yazgıç *faik öcal *mustafa uçurum *ahmet şevki şakalar *aslınur akdeniz *cemile bayraktar *bedia belkıs balcılar *bilal can *aslı kahraman çınar *ümran yaka *sümeyye yücebilgili *ulaş çetinkaya *ayşe eyüpkoca atila *telman bayramoğlu *zeynep delav *banu özbek *bünyamin doğruer *hikmet kızıl *ferhat dönmez *zülküf şamil ceylan
* MECMUANIN ORTA YERİ: AHMET USTA, ADEM ÖZKÖSE’Yİ KONUŞTURDU : “Tarihin Türkiye’ye Yüklediği Misyon Mazlumların Vicdanı Ve Sığınağı Olmasıdır!”
*FERHAT KALENDER, SEYİR DEFTERİ’NDE YAZDI: “Şunu anla ki; Varlık sebebimiz: Tevhid olmakla, vahyle denetlenip, düzeltilmekle kaim; nimeti, Allah’a teslim olmuşluğumuzda gören, birbirimize güzel ahlakı tavsiye etmek ve göstermek, aramızda adaleti ve merhameti yaygınlaştırmak, özgürlüğü dünyayı sırtımızda taşımak için çaba göstermekte değil, dünyayı ayaklarımızın altına almakta bulan, kazancın yalnızca iyilik yaptığımızda ortaya çıkan hasıla olduğunu bilen, karşımızda yükselen şirk medeniyetine göre değil, ilahi hikmet ve hakikate göre kendine tanımlayan ve kuran bir bilinç evreni içerisinde sahih bir anlam kazanacaktır. “
*ÖMER İDRİS AKDİN, TALUT’UN ÖYKÜSÜNÜ ANLATTI: “Golyat dediler, işte şu ordunun önünde duran bir sıra insanın tam ortasındaki cüsseli kibir abidesi. Öylesine ses çıkarıyorlardı ki sanki binlerce arslan kükremesi sel gibi etrafımızı dolaşıp sahiplerinin genzine geri dönüyordu. Kararlı duruşumuz onları çıldırtıyor ve saldırmak için son hazırlıklarını yapıyorlardı. Kurşunla kaynatılmış gibi saf bağlayan ve yalnızca Allah’tan dileyenden daha onurlu topluluk kimdir? Üstümüze boşalan heyülaya karşı bir adım daha öne çıkmak, omuz omuza, yürek yüreğe. Esenlik yurduna bir dem daha yaklaşmak. Ve künhüne varmak bu çöl denizinde küçük bir taşın? Bildim. Davut, dediler. Golyat’ın kudreti, Davut’un sapanında eridi.”
*BİLAL CAN, AYNALI BARİKATLARDA MURAT MENTEŞ SERAMONİSİNİ DENEDİ: “Murat Menteş 1970 yılında hayata gözlerini bir İstanbullu olarak açtı. Şiir, deneme, roman türünden eserler verdi. Şimdiye kadar 6 kitabı okuyucuyla buluştu. Dergilerde, gazetelerde ve yayınevlerinde çalıştı. Yazdığı eserler ve yaptığı röportajlarla okuyucuların yoğun ilgisiyle karşılaştı. Popüler edebiyattan uzakta, popülaritenin bir hayat tarzı mı yoksa bir vuruş şekli olduğuna dair sözleri epeyce çoktur. Deplasmanda plasebo ile bir vuruş şeklinin Allah’ın izni ve yardımı olmadan anarşi ve protest tavrının eksikliğini bilerek şiirler söyledi. Belki bir halk ozanı değildi ama söyledikleri bizim mahallenin esmer delikanlılarını ve keman kaşlılarını epeyce etkiledi.”
*VEDAT AYDIN İBN-İ ARABİ İLE SES VERDİ: “İbn Manzur, meşhur Lisanu’l-Arabının önsözünde, bu sözlüğü yazmaktaki maksadının ‘tıpkı kavmi kendisiyle alay ederken Hz. Nuh’un gemisini inşa etmesi gibi’, ‘Hz. Peygamber’in lisanı’nın bütün kelimelerini bir araya toplamak olduğunu açıklar. İbn Arabî’nin yaptığı da bir manada yine böyle bir gemi inşa etmektir. Ve onun bütün eserleri içinde en çok okunmuş ve atıf yapılmış olanın da Futuhatla ortaya konan summa magna olması hiçbir yönden tesadüfî değildir. İbn Arabî’nin ikinci imlası vefatından ancak iki sene önce tamamlanmış olduğu Futuhat, ilahî ve beşerî âlemlerin –müellifin bütün ömrü boyunca yazmış ve açıklamış olduğu- sırlarının (el-esraru’l-malikiyye ve’l-mülkiyye) muazzam bir mecmuasını sunmaktadır.”
*HASILI; RENKLER SESLERE, SESLER YÜREKLERE DOKUNDU.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)