Cahit Zarifoğlu Kütüphanesinde bir program vardı. Programın içeriğini hatırlamıyorum ama Mürsel Abi"nin Abdullah İmamoğlu"nu bir kenara çekip yüreğini hedef alan sözler söylediğini iyi hatırlıyorum. Gencecik yaşında ölüme varan Sara"nın şairi Halis Altındağ"ın yeğeniydi Abdullah. Edebiyat Dergisinde şiirleri yayınlanan en genç şairdi Halis Altındağ. Mürsel Abi"nin “koran”larından, akranlarındandı. Biraz da bu sebepten Mürsel Abi hüzzam ve dert makamında Abdullah"a konuşuyordu. Abdullah"ın yüzünü yere döküp dinlemesi hala gözlerimin önündedir. Genç ve diri bir şairin yeğeni olmak böyle bir şeydi. Yüzünü döker ve içine akıtırdın gözyaşlarını.
Programı hatırladım şimdi: Nizar Kabbani"ye ithafen şiir gecesi düzenlenmişti. O sene Arapların ve insanlığın öfkeli-aşık-devrimci-çılgın-göçmen şairi ölmüştü… İbrahim Tenekeci"yle de o gece tanışmıştım. Sağ olsun Recep Garip Ağabey birçok güzel insanla tanışmama vesile olmuştu.
Mürsel Abi"yi daha öncesinden tanıyordum. O"nun insanı ihya eden mizahı ve mizahı içerisinde saklı uyarıcılığına daha öncesinden aşinaydım.
O konuşmaya başladığında..
Üsküdar sahilinde kendimi bulamayacağımı bile bile Kız Kulesi"ne doğru yürüdüğüm bir zamanda Mürsel Abi beni alıp hapsetmişti o güzelim gülen gözlerine. Ve bir çok kereler “başka bir alemde idin; yanından geçtim, sana ses verdim, duymadın, görmedin!” deyip, gülümsedi yüzüme. Bense: “Duymayan, görmeyen, bilmeyen bir adem olmak derdindeyim ağabey!” yollu sözler edip boynumu büktüğümde, o güzelim sözlerini sıralar… Zaten, o konuştuğunda susmaktan daha güzel bir eylem yoktur kanaatimce. Nice dostlarım sözü ikinci cümleye erdirdiklerinde, tamam kardeş, bu kadar kâfi! Demek geçtiyse içimden; Mürsel Abi konuşmaya başladığında sözün bir ırmak gibi mecrasını takip ederek ummana ulaşmasına hayran olmuşumdur.
Mürsel Ağabey"in tahsilini yarıda kesip de yollara râm olması, kulların arasına karışması, edebiyatın ve "ölümsüz dava"nın derdine düşmesi bana bir şeyi çok iyi öğretmiştir: Okul tahsile mani! Ve Mürsel Abi tahsilin en güzelini iş ve muhabbet aleminde bulmuş, bulamayanlara da yol açmıştır. Yüzünde daima bir gayret, bir yerlerde yarım kalmış işin heyecanı, Kudüs"e giden son trene binmenin telaşı vardır. Ben, sloganların kanlı canlı bir hâl almasını onun şair ruhundan fırlayan kelimelerde gördüm. En güzeli ise, o kelimeler her dem diri, her dem Ümeyye Camii"nden gürül gürül akan ezanlar kadar ruha dokunur olması.
Mürsel Ağabeyin ticaret mekânı!
Mürsel Ağabey"in bir ticaret mekânı var. Ama oraya bir “ticaret mekânı” demek haksızlığın dik alâsı olur! Zira, o mekanda gül alırlar gül verirler; geleni gül ile karşılar, gideni gül ile uğurlarlar. Hele ki bir de sohbet gününe denk gelmiş iseniz, gelen her dost çıkınındakini masaya koyar; dergi, baklava, pide, peynir, karpuz, yeni çıkmış bir kitap, eskimeyen bir selam, her gelen ile yenilenen bir musafaha, çay ve dillerin sükûtu! Evet diller susar ve haller konuşmaya başlar.
En son ziyaretimde tam bir Nuri Pakdil şoku yaşamıştım. Bir ağabeyimiz gelmiş idi. Doktor. Fethi Gemuhluoğlu yareni. Üstü başı samimiyet, insan, vefa ve ölmeyecek anılar kokuyordu. Hoş espriler yaptı. Bir iki nükte hatırlattı. Birkaç ölmez hatırayı paylaştı o koyu kahverengi masanın etrafındaki insanlarla. Sonra da bir acer hafız kardeşimiz gelmişti. Mürsel Ağabey, “buyur oku hele!” deyince, kardeşimiz Dûhan Suresi"ni okumaya başladı. Ve dışarıda göz gözü görmez bir duman peydah oldu. Sûre bittiğinde duman da, içimize gelen o gariplik hissi de dağıldı. Sanırım bir de İnşirah Sûresi"ni okumuştu hafız…
Mürsel Ağabey düşünce aklıma mahcup olurum. Zira o benim, -klasik anlamda- evimi de işimi de bilir. Bilir, çünkü o bir “ağabey”dir. Ve bir ağabey küçüğüne nasıl titreyerek yaklaşır ise, her dem öyle yaklaşmış ve her dem büyüklüğünü yapıp hâl hatır sormaktan öte geçmiştir. Bu hâli tanıştığı birçok insana hissettirdiğini, o sahiplenen, kenara bırakmayan tutumundan da biliyorum. Zira, bir müslümanın derdi, kardeşinin de derdidir, düsturunu en çok ondan öğrendim.
Yumruğunu sıkıp siyonistin kafasına!
Mürsel Sönmez denildi mi aklıma yumruğunu sıkıp dişlemek ve bir dergiyi sapan yapıp siyonistin kafasına taşı patlatmak gelir şiir yumağına sarıp. Bir tütün küfesinin içerisinden bin Anadolu, iki bin yürekli adam, bölünmez bir coğrafya, yorgun kadınlar çıkar Mürsel Sönmez insanların karşısına geçip şiirini aktarmaya başladığında.
Mürsel Sönmez aklıma geldi mi, bilirim ki İstanbul"da, bilirim ki Türkiye"de, bilirim ki şu hızla akan dünyada sözünü ve sesini Kudüs"e döndürmüş, yüreği güm güm samimiyet etrafında dönen bir Ağabey gelir aklıma. O ağabey ki yazanı, düşüneni, müslümanın ve genelde insanlığın derdini derdi belleyeni bulup alnından öper ki; “ağabeyler” gibi, “gelin elimi öpün!” diye makam-ı kibriyalarında oturmaz!
Mürsel Abi, delikanlı sâdasını ve duruşunu hiç kaybetmedi tanıştığım günden beri. Aynı coşku, aynı inanç, aynı rikkat her dem var oldu. En çokta, gözlerindeki o ışık hiç sönmedi: Bir gün mutlaka!.. diyen o ışık, kavgada yıkılanı utandıracak kadar ferli.
Mürsel Sönmez"in özünden biraz daha bahsedersem beni defterinden silmesinden korkarım. Bir dahaki sefere şiiri hakkında yazmak üzere; Mürsel Abi"nin mekanındaki refikler meclisini kaçırmamanızı öneririm.
Zeki Bulduk
www.dunyabizim.com
10 Şubat 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder