“Ağustos Böceği Bir Meşaledir” şiiri, üstat Sezai Karakoç’un son dönem şiirlerdendir. İlk kez 7 Kasım 1988’de 7. dönem haftalık Diriliş dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştır. Sonra sekizinci şiir kitabı “Alınyazısı Saati”nin sonunda, ardından bütün şiirlerinin birarada yer aldığı “Gün Doğmadan” adlı eserinde sonuncu şiir olarak yer almıştır.
Bu şiir, ister bir nesne olsun, ister bir kişi, bir olay, bir kavram, ele aldığı her şeyi yenileyici, yorumlayıcı, unutuş tozundan; ölüm külünden silkeleyip diriltici ve ilk kez görüyor; duyuyormuşuz gibi hayret ve hayranlık uyandırıcı özelliğiyle tipik bir Sezai Karakoç şiiridir.
Ağustosböceği, yaşadığımız kültürel yozlaşma süreci içinde anlam dönmesine uğramış, tembel, düşüncesiz, bu sebeple de cezalandırılması gereken bir “böcek” olarak ders kitaplarımıza varıncaya kadar girmişti. Genellikle bizim klasik eserlerimizdeki meselleri çarpıtarak sunan bu “ikinci elden” düşme Batı’lı anlayışa göre ağustosböceği; yaz boyunca tembellik edip saz çalmakta, erzak biriktirmemekte, kış kapıya dayanınca da çalışkan karıncaya el açmaktadır. Bitmiyor, bu durumda karınca da acımasız bir alaycılıkla onu tersleyip kovmalı, kış ortasında açlığa ve ölüme mahkum etmelidir. Öyle de yapıyordu. Şiir, kalkış noktası olarak ağustosböceğinin uğradığı bu “iftira”yı almakta, bu çarpık yaklaşıma esaslı bir cevap teşkil etmektedir. (Karıncanın uğradığı “iftira” ise henüz yazılmamıştır.)
Bu şiir, her şeyden önce kendisine vücut kazandıran zihniyet itibariyle, Batı düşüncesine güçlü bir itiraz, Batı’nın varlık’ı; bilhassa tabiatı ve hayvanatı tasavvur ediş ve kavrayış biçimiyle (oradan da insanı ve toplumu anlayışıyla) bir hesaplaşmadır. Tanrının yaratıştaki hikmetini kavrayamayan, görmek istemeyen insan, yaratılmışı insan aklının sığ kalıpları içinde anlamlandırma çabasına girişmektedir. Bu tutum, evrenin ve içindekilerin tanımına ve anlamına yabancılaşma sonucunu doğurmakta, bu da çatışmayı getirmektedir. La Fontaine, bu yüzden ağustosböceğini tembellikle suçlayıp karıncayla da çatıştırmaktadır. Oysa bu yaklaşım tümüyle sakat, hatta bâtıldır.
“Ey masalcı adam iftira ettin sen
Bu harikalar harikası böceğe
Onu suçladın tembellikle
En çalışkan onu görüyorum ben
Hiçbir karşılık beklemeden
Yazı ağustosu çamı çınarı
Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı çınarı”
Şair, varlığın anlamının çarpıtılması ve hakikatin üzerinin örtülmesi girişimine karşı, onun yaratılışındaki asıl hikmetin sezilmesine ve hakikatin tecellisine imkan sunan bir yeni ve doğru bakış, farklı bir perspektif getirmektedir. Durduğumuz yer bakışınızı, bu da gördüğümüze vereceğimiz anlamı belirler. Çünkü anlamın cevheri bakılan şeyde değil, bakan gözün bakışındadır. “En çalışkan onu görüyorum ben” diyebilmek, bu zemin farklılığıyla mümkün olmaktadır. Aşağıda da belirteceğimiz gibi o zemin İslam’dır; varlığı Vahy’in ışığıyla anlama ve kavrama, Kur’an’ın gözüyle görme üstünlüğüdür. Şiirdeki bu “gardını almış” tutumuyla üstat Karakoç, şairi bir “misyon adamı” olarak da gördüğünün, şair kimliğimizi, insan ve müslüman olarak vazifelerimizin “kapsama alanı” dışında tutamayacağımız anlayışını benimsediğinin güçlü bir örneğini de vermektedir.
“Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır
Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde
Tanrının sırrıyla bir mucizeyle
-Oysa nesli kesilmeliydi size göre-
Karakoç, (burada) La Fontaine’in temsil ettiği Batı düşünüşüne göre neslinin tükenmesi gerekirken her yaz “bir mucize gibi” yeniden ortaya çıkışını hatırlatmakla hem bu düşünüşün sürdürülemezliğine hem de yaratışın sürekliliğine işaret etmektedir. Bu şiir duyuş, düşünüş ve hatta kelimeleşme süreçleri bakımından, Bakara sûresinin 26. ayetinde geçen “sivrisinek” meselinden ve ayetin ruhundan beslenmektedir. Bunu özellikle yukarıdaki bölümü takip eden şu mısralarda daha bariz biçimde görürüz.
“Ama hiçbir zaman hiçbir yerde
Sönmez Tanrı’nın yaktığı meşale
İsterse bir böcekte olsun o meşale”
Ancak şiirin bütününü de o ayetin bir tür şerhi ve açılımı gibi okuyabiliriz. Sözkonusu ayette, Allah’ın, dilerse bir sivrisineği, hatta fevkinde olanı (daha da ötesini) “mesel” yapabileceği, bu durumun ise kimilerini (yoldan) saptırıp kimilerine doğru yolu, hidayet yolunu göstereceği anlatılmaktadır.
Şiir boyunca esasen bir böcek türü olmaktan çıkıp imgeye dönüşen ağustosböceği için, onu da aşan daha üst bir imge olarak “meşale” kelimesinin seçilmesi gerçekten coşku verici bir buluştur. Zira ayette sivrisinek ve fevkindeki (aşağı yukarı onun gibi olan böcekler, daha da ötesi, daha da küçüğü, büyüğü vb.) yaratıkların, insanları hem “yola getirici” hem de “şaşırtıcı” özeliklerine dikkat çekilmiştir. “Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan” ağustosböceği, varlığıyla yolumuzu aydınlatabileceği gibi, zenginlerin yoksulları açlığa ve ölüme mahkum ettiği, güçlünün zayıfı ezdiği ve ezmesi gerektiği anlayışıyla şekillenmiş bir “dünya cehennemine” de götürebilmektedir. Seçim elimizdedir, lakin niyetimize ve bakış açımıza göre küçücük bir böcek bile koca bir yol ayrımıdır.
Ağustosböceğini şair, bu sebeple (seçimini bu yönde yaptığı için) önümüzü aydınlatarak yolumuzu görmemize yarayan bir meşaleye benzetmiştir. Şiirin adındaki -ilk anda fazla bir kelime olduğunu düşündüren- “bir” kelimesi de ayetin sivrisineği fevkindekilerle birlikte anışı sebebiyle gerekli olmaktadır. Sivrisinek gibi ağustosböceği de meşalelerden bir meşaledir.
Aşağıdaki bölüm, küçük büyük bütün yaratılmışlar gibi ağustosböceğinin de bir yaratılış sebebi ve hikmeti bulunduğu, Allah tarafından “anlayan” ve “duyan”lar için uyarıcı ve müjdeci olarak gönderildiği düşüncesiyle yazılmıştır. Aynı zamanda ilginç bir duyma-anlama sıralaması da yapılmaktadır.
“Hiç yere bir şey yaratmamış olanın
Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık
Uyarıcı ve muştucu bir yaratık
-Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır
Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı-”
Acaba “anlayan için muştucu duyan için uyarıcı” mısraını, duymasını, anlamasını bilen için uyarıp müjdeleyicidir anlamından başka, anlayabilen için muştucudur, yalnızca duyan için ise uyarıcıdır biçiminde de anlayabilir miyiz? Evetse, bu durumda duymak, bir mesaja muhatap olmanın ilk mertebesi , anlamak ise müjdeler alacağımız daha üst ve yetkin bir makam gibi düşünülmüştür diyebiliriz.
Şiirde ağustosböceğinin yaz sıcağında minik gövdesine göre olağanüstü güçteki sesiyle durmadan ötüşü, modern Türk şiirinin en parlak örnekleri olarak da gösterilebilecek çok çarpıcı mısralarla anlatılmıştır. Özellikle giriş mısraları, eskilerin sehl-i mümteni dediği, derin ve güçlü bir sözü basit, yalın, kolayca söylenmiş hissi verir biçimde söyleyebilme kudretinin de örnekleridir:
“Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından
Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu
Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı
Ağustos bu seste
Bu durmayı unutmuş seste”
“Durmayı unutmuş ses”, duymayı unutmuş insana kendini ve tabiatı duyurmakta, hatırlatmakta, yol gösterip harekete geçirmektedir. Ağustosböceğini, onun ötüşünü anlayış ve aktarış mısralarıyla örülü aşağıdaki bölüm ise, imge yoğunluğu, çarpıcı yeniliği, coşkunluğu ve sesinin gücüyle adeta ağustosböceğinin ötüşünü andırmakta, giderek onu aşmakta, bu mucizevi ötüşün hikmetine kapılar açmaktadır.
“Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken
Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen
Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen
Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren
Adeta güneşle onlar arasına sesiyle bir perde geren
Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten
Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren
Çeşmelerden su sesleri alıp getiren
Sesiyle -o ufacık gövdesinden tüten-
Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten
Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen
Dünya cehennemine cenneti karşı diken
Işık kıyametine mızraklar havale eden
Harbeler gönderen oklar atan sesinden
Ağustosböceği deyip hor gördüğümüz
Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan”
Şiirde ağustosböceğinin kişileştirilmesinden sonra, ona yüklenen bazı görevlerle, onun bazı özellikleri bulunduğunu anlatan mısralar dikkat çekmektedir.
Bir kere ağustosböceği, çamları ve çınarları seven, onların (çamhanedanının) nesli tükenmesin diye övgü şiirleri (“kasideler”) okuyan bir şaire benzetiliyor. Yazı, ağustosu, çamı, çınarı gerçek yüzü ve derinliğiyle bize tanıtan da odur. Suyun değerini bilmemizi de öğretmektedir. Öyle ki suyu överken yeşil yapraklar üstündeki ışıltılı bir “çiğ damlası bir zümrüt” kıymetindedir der.
Gölgede saklanma kurnazlığını reddederek güneşi yakıcı güneş olarak kabullenir. Aç ve susuz kalmak pahasına, “matemden alevden bir gömlek” giyerek özgürlüğün sesi olmayı seçmiştir. Tevekkül sahibidir, daima iyiyi ve güzeli yaşamıştır. Gerçekçilik taslamayıp bizzat gerçeği yaşamış, gerçeği aramış ve aramaya çağırmıştır. Kimsenin acımasına ihtiyacı yoktur, gülüp geçer güya ona acıyan; ama aslında acımasız alaycılar olan sahtekarlara. Kimseden ürküp korkmadan, daima özgürlüğün ve gerçeğin sesi olmuştur. Yaşamanın en büyük ilkesinin sabır olduğunu bilir, bunu öğütler.
Yuvada, kızgın güneş altında annesiz bekleşen yavru kuşların, sessiz ve korumasız bahçelerin bile koruyucusu ve teselli edicisi odur. “Işık kıyametiyle” savaşır, sesinden harbeler gönderip oklar atar. Yavru kuşlara masallar anlatarak şırıl şırıl sesiyle onları serinletir, gecenin serinliğine götürür.
Bu kişileştirme ve övünç duyulası erdem ve faziletlerle anılma, ağustosböceği imgesinin çoğul hale gelmesine ve böylece şiirin çoklu okunmasına da imkan sunmaktadır. Bu cümleden olarak şiirde, (onun kişilik özelliklerinden hareketle) ağustosböceğinin ve onun vasıflarının; idealist insanı, inanmış dava adamını, islam aydınını, sadık aşığı ve özellikle şairleri anlattığı düşünülebilir ve her düşünüş de yeni bir okumayı getirebilir.
Şiirin bu şekilde farklı okunuşlarının her birinin bir yazı konusu olabileceğini düşünüyorum. Üstadın kişileştirme ve konuşturma tekniğini sıkça kullandığı sekiz bölümlü “Çeşmeler” şiirinde de çeşme-şair, su-şiir eşleşmesine elverişli bir çağrışım dili kullanılmıştır. Ağustos Böceği Bir Meşaledir şiirinde de, ağustosböceğinin kişilik özelliklerinin, en çok şairleri; çilekeş, ateşten gömlek giyerek kendini gerçeğe, iyilik ve güzelliklere adamış, özgür ruhlu şairleri çağrıştırdığını düşünüyorum.
Şiirin son bölümündeki (Gün Doğmadan’ın da son satırları olan) şu mısraları, aynı zamanda bir şairin iyi yaşanmış ömrünün ardından söylenmeye yaraşır anıt sözler gibi okuduğumu belirtmek isterim.
“Ateşle dans eder o güneşle dans eder
Çırçıplak çıkar güneşin karşısına
Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır”
Şaban Abak
Kaynak:
'Kaşgar' dergisi
Aralık 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder