İnternetin etkisiyle, dergicilik dahil edebiyatın pek çok öğesi dışavurum olarak değişiklikler yaşadı, yaşıyor da. İçeriğin ulaşılabilirliği sanal alem ile sıfıra indiği için, insanlar basılı kâğıtlara para vermek istemiyorlar haliyle. Bu durum öyle bir hal aldı ki, baskı yetiştiremeyen dergiler, ücretsiz dağıtılmaya dahi başladı.
Okur, anlık olarak güncellenen içeriğe bir de ücretsiz olarak ulaşmayı daha mantıklı buldu ve bu nedenle dergilere olan ilgisini kaybetti. İnternet üzerinden yayın yapan edebiyat siteleri, e-dergiler, Facebook ve benzeri pek çok site, dergiciliğin potansiyelini büyük oranda yok ettiği gibi, işlevselliğini de tartışılır bir hale getirdi.
Okurun ilgisinde yaşanan değişimle birlikte, dergicilerin bakış açıları ve yöntemlerinde de büyük değişimler çıktı ortaya. Kültür oluşturan, disiplinleriyle ve amaçlarıyla okula dönüşen dergiler; ekollerin değil, kişilerin isteklerini, taleplerini karşılar hale geldiler ve maalesef, pek çoğu yayıncıların bünyesinde ve desteğiyle çıktığı için, ‘kitap ve yazar reklamı’ yapan yayınlara dönüştüler.
Sayfalarını edip olana değil, tanıdığı olana açan edebiyat dergileri, her ay kendisini tekrar eden, gelişimden ve hareketten yoksun ve büyük oranda raflarda bekleyen salt ‘basılı kâğıtlara’ dönüştüler.
Dergiler, var olabilmek için, birbirlerine sataşmaya ve sürekli şiiri/öyküyü/edebiyatı çeşitli açılardan yeniden ve yeniden tanımlamaya çalışan yazılarla dolmaya başladılar. Bugün popüler diyebileceğimiz edebiyat dergilerinin neredeyse tamamında, şiir ve öykülerin sayısı, şiir ve öyküler üzerine yazılan yazılardan daha azdır. Bir bakıma, edebiyat dergisi değil, edebiyat hakkında dergiler olmaya başlamışlardır. ‘Şiir öldü mü’ tartışmasını yapanlar en çok öldürüyor şiiri. Zira okurun kaliteli diye adlandırabileceğimiz pek çok edebiyat dergisinde dilediği sayıda şiir bulamaması, karşılaştığı şiirlerin de her ay aynı isimlerden ‘çeşitli nedenlerle’ yayınlanmış olması, okuru Facebook’un sonsuz sayfalarında Can Yücel’e, Cemal Süreya’ya, Tarık Tufan’a, Mehmed Akif’e mal edilen şiirlerle baş başa bırakıyor.
Ve adına edebiyat dediğimiz şey, okurun çok az sözcükte çok fazla duygu barındıran ve uç noktalarda olan söylemlerden ibaret oluyor. Maalesef, aşırı şekilde popülerleştirip, edebiyatı da bir eğlence sektörüne dönüştüren yayıncılar da türedi ve bu anlayışın dergileri, kitap dizileri, etkinlikleri çıktı ortaya. Bu yayıncılar, tabiri caizse ‘boş bırakılan meydanı’ tam da kapitalist bir anlayışla ‘okuyanı yormayan, okuyanın düşünmesini gerektirmeyen’ bir içerikle doldurmaya başladılar. Doğal olarak, Dostoyevski’nin, Victor Hugo’nun, Balzac’ın karikatürize edilerek kapaklara taşındığı bir ‘özlü söz edebiyatı’ ile karşılaştık. Bu kitaplar satıyor, yüz binlerce satıyor. Okunuyorlar da.
Çünkü dergiciliğimiz tamamı internet kullanıcısı olan okura hitap etmiyor.
Çünkü gelenek sahibi dergilerin günümüz yöneticileri okuru kendisinden saymıyor. Okuru muhatap almıyor.
Okurun edebiyattan anlamadığını düşünüyor ki bu inanılmaz vahim bir yanılgıdır. Çünkü bu anlayış zamanla durumu okuru suçlamaya kadar götürmüştür. Örneğin, ‘üniversite öğrencileri dergileri okumuyor’ diye bir suçlama yapılıyor. Ama dergiler öğrencilerin gerçekten ulaşamayacağı fiyatlarla kitapçıya bırakılıyor. Ya da, ‘sadece dergiye yazı gönderenler dergiyi satın alsaydı, dergi kapanmazdı’ denilebiliyor bir derginin kapanış yazısında.
Bu bir gerçek. Maalesef bir gerçek; ama şunu göz ardı etmemek gerek ki bu gerçeği doğuran neden, dergileri ulaşılmaz ve anlaşılmaz kılan bakış açısıdır.
Bünyesindeki yazarların (yaşı 60 dahi olsa) tamamının internette öyle ya da böyle gezindiği dergiler, interneti göz ardı ederek dergilerini yaşatamayacaklarını anlamıyorlar. Ki, dergiyi yaşatmak, hayatta tutmak gibi tabirlerin doğmuş olması da çok üzücü. Zira söyleyeceği, dinletebileceği sözü olanların mutlaka, her halükarda bir kitlesi oluşacaktır. Olayı bir edebiyat duygusallığına, bir gelenek sömürüsüne dönüştürecek kadar çaresiz kalındığının göstergesidir bu.
Roman yarışmaları düzenleyen bu dergiler, birinciliğe layık eser bulamadıklarını ifade ederek, o yarışmaya eser gönderen yüzlerce kişinin heyecanını yok edebiliyorlar mesela.
Dergide yayınlanması için gönderilen eserlere, ‘bu şiir değil, şiir şöyle yazılır’ şeklinde ukala cevaplar veren editörler iş başına gelebiliyor.
Üniversitenin ilk yılında, fakültedeki Türkçe hocalarından birine, yazdığım öyküleri, denemeleri götürdüğümü hatırlıyorum. Dergilerde yayınlanmasını istiyordum yazılarımın. Hocam beni Cağaloğlu’na yönlendirmişti. Türk Edebiyatı Dergisi’ne… Elimdeki dosya ile bürodan içeri girip niyetimi ifade etmiştim ve oradaki görevliden aldığım cevap ve sonrasındakiler beni edebiyattan uzun süre soğutmuştu. Görevli, görüşeceğim kimse olmadığını ve yapabileceğim en doğru şeyin, birkaç tane Türk Edebiyatı Dergisi satın almak olduğunu söylemişti. Öyle de yapmıştım çaresiz; ‘biz seni dikkate almıyoruz, sen bizi dikkate almak zorundasın’ diyen bu anlayış karşısında. Sonra, yazdıklarıma benzeyen bir şeyler aramıştım eve dönünce, sayfalar arasında. Yoktu. Anlamadığım bir yığın şey vardı. Şiir yoktu. Öykü yoktu. Habire bağlaçlarla birbirine bağlanan ve anlaşılmazlığı sanki bilinçli olarak artırılmış yazılar, yazılar, yazılar…
Hayal Bilgisi’ni çıkarmaya başladığımızdan bu yana, Hayal Kitabevi diye bir mekâna sahibiz biz. Burada, çay ve dahi denk gelinirse yemek ücretsizdir. Dileyen, raflardaki kitaplardan dilediğini ödünç alıp okuyabilir. Burada İngilizce dahil kurslar ücretsiz verilir. Buraya adımını atan herkes Allah’ın Selamı ile karşılanır ve Hayal Bilgisi ve Hayal Bilgisi heyecanı aktarılır. Dergi hediye edilir. Yazmaya teşvik edilir ve eserleri istenir.
23 Ekim’de Erciş’te yaşanan deprem nedeniyle Hayal Kitabevi artık yok. Ama pek yakında tekrar kurulacak. Çünkü edebi kaygılar, bir dışavurum olarak, bir internet sitesini, bir Facebook sayfasını, edebiyat dergisini doğurduğu gibi, bu kitabevini de doğuruyor. İnsanı dikkate almak, önemsemek, sorunlarına çözüm olma çabasına girmek amaçları etrafında böyle bir irtibat merkezi zorunluluğu oluşuyor.
Kötü örneklerin kamçılamasıyla ortaya çıkan bu oluşumlar, eskiyi özlüyor. Papirüs Dergisi’nin ilk sayısını tutuyor başucunda.
Farklı ideolojilerin temsilciliğine soyunan dergilerin, cesaretten uzak bir tavırla, lafı sürekli ortaya atarak eleştiriler yağdırmasını doğru bulmuyor. Şiiri tanımlamalarını değil, şiir yayınlamalarını istiyor. Dergicilerin birbirlerine hitap ettiği yayınlar olmamalı edebiyat dergileri. Sadece dergicilerin dergi satın almasına yol açıyor bu. Dergicilerin Facebook’taki arkadaş listelerine bakınca, büyük çoğunluğunun bir şekilde dergilerde yazanlar ya da dergi çıkaran insanlar olduğu görülüyor.
Son olarak, edebiyat heyecanını ‘İstanbul’ ve ‘taşra’ olarak sınıflandıran bir anlayışı kabul etmiyorum ben. Şöyle diyor Yuşa Irmak, ‘Edip olan anlar bunu. Edebiyat bilende değildir üstelik.’ Edebiyat, kağıt kalitesi ile, dağıtımın ağının güçlülüğü ile, yapılan reklamlar ile, İstanbul ile alakalı değildir. Daha doğrusu böyle bir oran söz konusu değildir. Ne kadar paran varsa, arkanda hangi yayınevi varsa, ona göre değerlenmiyor şiirin ya da kaleme aldığın her neyse. Bunun farkında olmayanlar, isimlerinin yanına layık gördükleri etiketlerin, ne kadar gündelik olduğunu, okurun tokadını yedikleri vakit anlıyorlar, anlayacaklardır.
Kendi tabirleri ile ‘taşra’yı önemsemeyen, ‘taşra’yı görmezden gelen bu kişiler ya da oluşumlar, ‘taşra’nın değil, kendilerinin kaybettiğini fark etmelidirler.
Cihat Albayrak
cihat-albayrak@hotmail.com
Cihat Albayrak, 1988 Van Erciş doğumlu. Erciş’te iki yıldır İngilizce öğretmeni olarak görev yapıyor. Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi’nin yayın yönetmenliğini yapıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder