2011-06-07

Taşra neresi, merkez nereye düşer, Kertenkele nerededir?

Bir şehre gittiğimde, özellikle de yabancı ülkelerde bir şehre düşmüşse yolum, şehrin beni bana getirmesini isterim: Bilirim ki, gittiğim şehirde kendimde değilimdir: Gittiğim şehirde kendimde olabilmem, şehrin bende olabilmesi, bende varolabilmesi, "bana" gelebilmesiyle sözkonusu olabilir.

Peki, şehir "bana" nasıl gelir? Kendisi olarak geldiğinde elbette. Şehrin kendisi olarak gelebilmesi, dış yüzüyle, yapılarıyla, binalarıyla, sokaklarıyla görünmesinden önce, iç yüzüyle, iç yapılarıyla, iç dünyalarıyla, kısacası ruhuyla, özüyle, özsuyuyla gelebilmesi, kendini bana açabilmesi sözkonusu olduğu zaman imkân dâhiline girer.

Şehrin dışından önce, içini, ruhunu görebildiğim zaman, şehri keşfedebilirim; şehri keşfetmem demek, aynı zamanda kendi/mi keşif yolculuğundan bir mesafe katetmem demektir.


* * *
Bir şehre gittiğimde, ilk girdiğim yer, şehrin içini, özünü, ruhunu ele verecek kitapçılar/ı/dır: Kitapçıları olmayan şehrin henüz olmamış, olamamış, varolmamış olduğuna hükmederim.

Kitapçılarda ilk uğrağım, elbette ki, dergilerin yer aldığı bölümlerdir: Dergisi, dergileri varsa bir şehrin, o şehir konuşuyor demektir: Dergisiz şehir, ölüdür benim için; yaşamıyor demektir; bana engin bir nefes, derin bir ruh üfleyemeyecek demektir. Söyleyeceği sözü de, sözü söyleyecek özlü sözlü öncüleri de yok demektir.

Size de tavsiye ederim: Dünyanın neresine giderseniz gidin, Fizan'a bile gitseniz, önce ister o şehri anlatan, isterse o şehrin "söz" ve "öz" ustalarının anlatılarını anlattıkları dergilerini bulun. İşte o zaman, o şehri şah damarından yakalayacağınızdan emin olabilirsiniz.

Her şehir, bir "dünya"dır çünkü. Ama şehir bitti dünyada: Şehirler, mezarlıkları andırıyor artık. Şehir çekilip gitti hayatımızdan: O yüzden şehrin çekip giden, çekilen, içine dönen ruhunu, özünü ve sözünü keşfedebildiğiniz zaman, bir şehri gerçek anlamda gördüğünüzü, yalnızca gördüklerinize, görünenlere bakmakla yetinmeyip, şehrin gizlediği hazinelerini görmeye, şehri özüyle keşfetmeye başladığınızı, şehri görünür-görünmez boyutlarıyla fark etmeye, fethetmeye başladığınızı söyleyebiliriz.


* * *
Şehri öldüren bir dünyada şehrin dirilmesi, diriltilebilmesi, biraz şehre gelenin şehri kendine getirebilmesiyle mümkündür: Şehri kendine ve bana getirecek kaynak, şehrin özsuları, pınarları demek olan dergilerle buluşmakla gerçekleşir.

Şehrin dergisi varsa, dünyası da, dünyaya söyleyeceği sözü de var demektir.

İşte Ünye, böyle bir şehir: Ünye'nin bir dergisi var çünkü: Kertenkele. İlk bakışta, Kertenkele'nin Ünye'ye birkaç gömlek fazla geldiğini düşünebilirsiniz, eğer meseleye o bildik, yanılsatıcı "merkez" - "taşra" algısıyla bakarsanız.

Türkiye'de, tıpkı "sağ", "sol" kavramları gibi, "merkez", "taşra" kavramları da -"güç" kavramı üzerinden tanımlandığı için- son derece yanlış, hatta zıt anlamlarda kullanılıyor.

Oysa merkez-çevre kavramlaştırmasını ilk kez geliştiren Edward Shills, bir toplumun özünü, ruhunu, ruh-köklerini ifade eden değerler sistemini "merkez" olarak tarif etmişti. Şerif Mardin, bu kavramlaştırmayı Shills'ten ödünç aldı, tepe taklak ederek Türkiye'ye uyarladı: O gün bugündür, bu yanlışlık sorgulanmadan tekrarlanıyor: Gücü ellerinde bulunduran küçük azınlık "merkez"; halk / toplum da "çevre" / "taşra" olarak görülüyor Türkiye'de!


* * *
Bir merkez olarak görülen İstanbul'da, bir de çevre / taşra olarak görülen Anadolu'da -sözgelişi Ünye'de- yayımlanan dergilere bakın, bize "merkez" olarak sunulan "yer"in, "Batılı merkez"in taşrası olduğunu, yersiz yurtsuzluğun yersizliği olduğunu; "taşra" olarak sunulan yer'in ise, aslında merkez'i -dolayısıyla bu ülkenin değerlerini, ruh-köklerini, özsuyunu- daha çok temsil ettiğini görmekte zorlanmazsınız.

İşte Ünye'de yayımlanan Kertenkele, böyle bir dergi. Anadolu'nun şehirlerinde yayımlanan dergiler, bu ülkenin merkez'ine ve merkez'inden yolculuk yapan dergilerdir aslında.

İstanbul'da yayımlanan -sözgelişi- edebiyat dergileri, sahicilikten, ülkenin ve dünyanın gerçek edebiyat, sanat ve düşünce meselelerine derinlemesine nüfûz edebilmekten uzak; albenili ama yapay; teknik imkânları fazla ama söyleyecek sözü olmayan dergilerdir. Şimdiye kadar bu dergilerin, bu ülkenin temel varoluş, sanat, estetik ve düşünce sorunlarına ilişkin -genelde- dişe dokunur bir şey söyleyebildiklerini gördünüz mü siz? Yapay sorunlar, ithal gündemler, sahte, banal ve bayağı bayan işler'le bu mümkün mü?

Şehirlerin öldüğü, zaman-mekân mesafesinin ortadan kalktığı bir zaman diliminde, önümüzdeki süreçte, şehirleşme süreci belli bir kıvama erdikçe, daha sahici, daha otantik, daha varoluşsal ve hakikat eksenli perspektiflerin öne çıktığı / çıkacağı sözümona "taşra" dergilerinin asıl sözü, özlü sözü söyleyeceğini düşünüyorum.

Kertenkele, böyle bir dergi. Kertenkele'nin durduğu yeri ve yaptığı şeyi konuşacak yerim kalmadı. Yarına artık...


---0---


Şiir olmadan, insan da, düşünce de varolamaz

Ünye'de yayımlanan "edebiyat ve düşünce dergisi" Kertenkele üzerinden şehrin ve hayatın, insanın ve hakikatin izini sürmeye başlamıştım.

Şunu diyordum: Türkiye'nin yaşadığı metamorfoz süreci, sanatı, "merkez" olarak görülen büyük kent'ten kovdu: Yapaylığın, sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi.

Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat, hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, "şehir"den kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi kaçınılmazlaşır.

"Taşra" olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor Türkiye'de: Kertenkele, hakikatin, mayasının karıldığı, özenle yeşertildiği, yemiş vermeye durdurulduğu sahici, hakîkî, samîmî bir ruhun her sayfasına nüfûz ettiğini gördüğümüz bir ışık, Anadolu'dan yayılan bir ruh huzmesi.

Derginin son (Haziran-Ağustos) sayısında, "içsöz" olarak adlandırılan "editoryal"de, enfes bir şiir manifestosu var: Modern Türk şiirinin folklor üzerinden serencamını dört sayfada özenle tartışan bir ufuk-metin. Bu özgün metin bir hayli kışkırttı beni...


* * *
Şiirsiz düşünce olmaz: Şiirin olmadığı yerde, düşünce de yoktur, hayat da.

Hegel, -Batı'da- şiirin bittiğinden sözederken, ruhunda ne tür fırtınalar esiyordu, bilmiyoruz... (Ruhunda gerçekten fırtınalar esiyor muydu Hegel'in, o da bir bahs-i diğer elbette.).

Gerçek, aslında Hegel'in tasvir ettiğinden daha başka, bambaşka bir "yerdeydi": Şiir, Batı'da, tam da Hegel'in bittiğini söylediği "aralık"ta, "a'raf"ta varolmaya başlamıştı: Romantiklerden önce Batı'da -Blake'i filan dışta bırakacak olursak- şiir var mıydı, gerçekten?

Heidegger'in düşünceyi üreten değil, öldüren bir "araç" olarak nitelediği akıl, Batı'da Romantiklerle birlikte Batılı sanatçıları "akılalmaz" yolculuklara çıkmaya hüküm giydirmişti: Aydınlanma çağının bir yüzyıl içinde kıyasıya eleştirilmeye başlanmasından sonradır ki, Batı'da karşı-Aydınlanma çağının habercileri ve öncüleri Romantikler, Batı'da da şiir yazılabileceğini gösterdiler.


* * *
Şiirin bu aralık'taki işlevi, modernliğin aklı dondurması ve hayatı kaskatı pozitivizmin prangalarına mahkûm ederek söndürmesi sürecinde, insana hayatı ve hakikati/ni hatırlatmaktı: Modernlik, tastamam bir ruhsuzlaşma biçimi üretiyordu: Hayatı yok ediyordu; insanı yok ediyordu; hakikati yok ediyordu: varlığa ve ruha kastetmişti her şeyden önce, bundan daha kötü bir şey olabilir miydi, insanın başına gelebilecek?

O yüzden müzikten romana, tiyatrodan şiire, resimden sinemaya kadar sanatın bütün türlerinde, modernliğin vaatlerini gerçekleştirememesine karşı başlatılan modernizm, Batılı insanın eşiğine sürüklendiği ve bütün dünyayı da beraberinde sürüklediği varoluşsal felâketi haber veren bir başkaldırı hareketi olarak Romantiklerden bayrağı devralmıştı.

Batı'da düşünceyi bitiren şey, şiirin varolma imkânlarının varol/a/mamasıydı: Şiirin en büyük düşmanı elbette ki, modernliğin bizatihî kendisiydi: O yüzden Batı'da bütün büyük şairler, modernliğin içinden geldikleri için değil, modernliğe karşı bir yerde durdukları için şiir yazabilmişlerdi. Goethe'den Rilke'ye, Wordsworth'tan Coleridge'e, Valery'den Prevert'e kadar...

Batı'da şiir, modernliğe karşı varolabilmişti: Modernliğin "hayatı cehenneme çevirdiğini" haykırabildikleri bir yerde durabildikleri zaman şiir yazabiliyorlardı modernliğin isyankâr çocukları.

Şiir, negativite üzerine kurulmuştu Batı'da. Burada/n insanı kavrayan, kanatlandıran, insana ve hayata ruh üfleyen bir şiir çıkabilmesi zordu: Romantiklerden sonra Batı'da bir daha şiir yazılamadı o yüzden.

Aydınlanmacı aklın epistemolojik iyimserliğinin, bir yüzyıl geçmeden ontolojik kötümserliğe dönüşüvermesi, insanı da, hayatı da yok eden bir varoluşsal katastrofun eşiğine getirip bırakmıştı Batılı insanı.

Modernlik, ruhu öldürmüştü: Romantiklerin şiir yazabilmesini mümkün kılan yer, işte bu yersizlik yurtsuzluk, ontolojik evsizlik hâliydi: Şiir, insanın varoluş ve yokoluş serüvenleri yaşadığı zamanların çocuğu olarak doğar/dı zira. Yokoluş zamanlarında, kendisi de yokolmaktan kurtulamaz sonunda: İşlevini yerine getirir ve yerine çekilir yeniden. Çünkü varedici, hayat bahşedici, hayata ruh üfleyici bir vasatın çocuğu olmadığı için bu şiir / negativite şiiri, bizzat kendisi de kısa bir süre sonra sırra kadem basmaktan kurtulamaz.

Varedici şiir, şiiri de, hayatı da her dâim yeniler; insana da, hayata da taptaze bir ruh üfler.


* * *
Hegel, şiirin bittiğinden sözederken, hayatın, dolayısıyla düşüncenin bittiğini söylemek istiyordu belki de. İşte tam bu noktada, bu yokoluş mevsiminde, Batı uygarlığının belki de en büyük şairi Nietzsche, yokoluşa, her şeyi yok eden, çözen, bitiren dekadansla dans vaziyetlerine dikkat çekebilecek bir yerde durduğu için öne çıkmış, insanlığın varoluş ve hakikat sorunlarını iliklerine kadar ruhunda hisseden bir düşünür olarak gelmekte olan felâketi olanca gür sesiyle haykırarak haber vermişti.

Kertenkele'nin "içsöz"ünün yazarının da ima ettiği gibi, modern Türk şiiri, insanı ve hayatı vareden, bize ruh bahşeden asil şiirimizi, hakikatin şiirini öldüren, düşünceyle bağlarımızı koparan bir ağ işevi görüyordu da bizim haberimiz mi yoktu yoksa?


Yusuf Kaplan



Yeni Şafak
5-6 Haziran 2011

Hiç yorum yok:

E-POSTA GRUBU

Dergi~lik e-posta
dergilik@googlegroups.com