Haziran 2011
Nasreddin Hoca’ya sorulur:
“–İnsanlar niçin farklı farklı yönlere gidiyorlar?”
Hoca, kısa yoldan cevap verir:
“–Hepsi aynı yöne gitse, dünyanın dengesi bozulurdu.”
Herkes aynı yöne gitmiyor. Çünkü tutulan yolun, gidilen yolculuğun temelinde, gidilmek istenen adres olur. Yol, adrese göre belirlenir... Dünyevî yolculuklarda tabiî bir şekilde uyulan bu hakikate, uhrevî yolculukta maalesef riâyet eden pek az...
Dünya hayatı, kundaktan kefene, beşikten tabuta bir yolculuk... Bir namazsız ezan, bir ezansız namaz arası kısa bir yolculuk... Bu yolculuğun ahvâli de, Ömer bin Abdülaziz g’in îkaz ettiği gibi âhirette gidilmek istenen adrese göre olmalı...
Uhrevî adresler sadece iki, ya cennet ya cehennem...
Herkes cenneti istiyor da; gidişler, savruluşlar, yol ve yön tercihleri bu isteği yansıtmıyor.
Çünkü cennetin yolu, sırât-ı müstakîm... Onun dışında kalan bütün yollar, maâzallah ateşe çıkıyor.
Evliyâ Çelebi’nin doğumunun 400. Yıldönümünün UNESCO’nun anma programlarına dâhil edildiği, bu çerçevede çeşitli etkinliklerin düzenlendiği 2011’in, gerek tatil, gerek sıla-i rahim, gerekse eğitim için yollara düşüldüğü; üç ayların mânevî ikliminden geçen bu yaz aylarında, dünyevîsiyle uhrevîsiyle, dosya konumuz olarak seyahati seçtik.
O hâlde tekrar tekrar uyarmalı, tekrar tekrar sormalı:
Ey Yolcu Uyan! Yolculuk Nereye?
Genel Yayın Yönetmenimiz M. Ali EŞMELİ, menzil-i maksûda erişmenin üç şartını ele aldı:
1. Nereye suâlinin cevabının bilinmesi ve görülmesi... 2. Yolda uyku ve gaflete düşmemek... 3. Milyonlarca şahsiyet içinde kaybolmamak için; Hazret-i Peygamber’in şahsiyetine gönüllü bir yolculuk, yani hicret...
Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi; dünya tarihinin gidişâtına insanlığın saâdeti adına gösterilen gayretler penceresinden bakarak; beşeriyetin yegâne saâdet yolunun, Kur’ân ve Sünnet Ekseninde Bir Hayat olduğunun altını çizdi.
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI; yollar içinde Yol’u, gurbetler içinde Gurbet’i kaleme aldı. Ayla AĞABEGÜM, Evliyâ Çelebi’den iktibaslar yaptığı yazısında, kendisinin İran seyahatinin notlarını aktardı. Yard. Doç Dr. Harun ÖĞMÜŞ; ömür yolculuğunun gayeliliği, anlamlılığı üzerine tefekkür etti. H. Kübra ERGİN, ömür kervanının menzillerini ve kışın çalışıp yazın tatil yapma fasit dairesini yazdı.
Aynur TUTKUN; seyahatlere yukarı doğru, semavî bir akış kazandırmak mevzuunu işlerken; Ahmet ZİYLAN, ticaret ve hizmet noktasında seyahatin ve risk almanın önemini belirtti. Zahit GENÇ ve Mahmut ALPİR, sahillere değil dağlara çağırdı, yaz seyyahlarını... Hayrettin DURMUŞ, Adana’yı anlatırken; Murat AKDAĞ, yolun tasavvufî tedâîlerini serdetti...
II. Bâyezid, Cem Sultan, Barbaros Hayreddin Paşa ve III. Selim devrinden sahneler, Üsküdar meydanındaki III. Ahmed Çeşmesi’ne dair ayrıntılar, tarih ve kültür-sanat sayfalarımızda...
Kalbin Gözyaşları’nda Orhan ve Şevket, Kur’ân ile yoğrulan bir eğitimin eşiğindeler. Kur’ân ekseninde bir eğitim konusunda, gözleri görmemesine rağmen hâfız olan ve emekliliğinden sonra da kendini Kur’ân eğitimine adayan Recep KATIRCI Hoca ile bir hasbihâlimiz var.
Hayat yolculuğunu müstesnâ bir sûrette yaşayan ve 12 yıl önce yine bir Temmuz ayında kendi tabirleriyle, «âhirete yüz akı ile göçebilme» saâdetiyle Hakk’a yürüyen ve bu tabiriyle dergimizin adının ilham kaynağı olan Muhterem Musa TOPBAŞ Hocaefendi’yi de rahmet ve minnetle anıyoruz. Sâhibü’l-Vefâ’ya vefâ hissiyâtı içinde şiir ve hâtıralar sayfalarımızda...
Ve şiirler... Yolu, gurbeti, yolcuyu anlatan hisli mısralar...
Ne mutlu âhirette seyahatnâmesini sağından alabilenlere..
Ne mutlu âhirete yüz akı ile göçebilenlere...
2011-06-30
'Değirmen' edebiyat ve düşünce dergisi 'mekânlarımız' dosyasıyla çıktı
Değirmen Dergisi, Sayı:26, Dosya: Mekânlarımız
Yüz sayıda tükenmeyecek bir döngünün bereket öğüten “DEĞİRMENİ”, birinci çeyreği tamamladı. İki ayda bir, yeni anlamların harmanına sizleri davet eden değirmen, tam da bu harman zamanında; düşüncelerimizin, inançlarımızın, duygularımızın, davranışlarımızın, kelimelerimizin, kavramlarımızın, kurumlarımızın, sosyolojimizin harman yeri olan “mekânlarımızı” merkeze alan yirmi altıncı sayısı ile okurlarının karşısına çıktı.
Aşkın mekân algısını güçlendirmek adına örnekliğin izlerini sürmeye, devşirdiği “yitik”lerle mekâna “güzellik” katma cesaretini artırma iradesi taşıyan, anlam gücüyle dönen Değirmen’in düşünce ve edep yüklü diğer çalışmalarla mekânlarımızı kuşatan atmosfer olması, sessiz sedasız düşüncelere de bir ivme katması için, paylaşmak istedik.
Mekânlarımız dosyasında yetkin kalemlerden çok özel yazılar bulacaksınız: Medeniyetin Mekânları/ Lütfi BERGEN, Şehir ve Felsefe/ Hakan POYRAZ, Tahmis Kahvehanesinde Tabakam Kaldı/ Reşit Güngör KALKAN, Şehir, İnsan ve Mekân/ Yusuf YAVUZYILMAZ
Medeniyetin Kenar Yeri: Köy/ Rüstem BUDAK, Keçe Çadırdan Konuta Yayladan Şehire Geçişte Görülen Değişimler/ Mustafa GENÇ, Cemevi ve İşlevleri/ İhsan ÜNLÜ, Hane-i Yetimden Bir Cılız Sesleniş/ Asiye YÜCEL.
Edebiyat yazıları ile; Tanpınar ve Yahya Kemal İstibdadı / Cafer GARİPER, Nurullah Ataç’ın Ölümü Ardından Peyami Safa’nın Milliyet’te Yazdıkları/ Said COŞAR ve Dil ve Hakikat İlişkisi/İsmail SÜPHANDAĞI’yı ilgiyle okuyacaksınız.
Feta ödüllerinin hikayesini; Menderes DAŞKIRAN, Mavi Marmara Gemisi Feta’nın ta Kendisi yazısıyla paylaşıyor.
Şiirleriyle; Miras/ İsmail KARAKURT, Beyaz Bir Güvercin Uçtuğu Zaman/ Bahaettin KARAKOÇ, Sen Geldin Yaz Mevsimi/ Mehmet ÖZDEMİR, Ülkem Bir Gülümse/ Mustafa UÇURUM, Persona Non Grata/ Süleyman UNUTMAZ, Balkon Misafiri/ Evliya ÇELİK, Ayrıntı Suları/ Yavuz ERTÜRK, Üsküdar'da/ Rasim DEMİRTAŞ, Karşı/ Murat SOYAK, Gemi/ Veli KARANFİL, Şehir/ Atıf Emre ÖZDEMİR ve Zamanın Suçu Ne/ Nihan IŞIKER, Can Körebe/ İbrahim AÇILAN
Denemesiyle; Akşamüstü Durağında Nükseden Yağmur/Aslan GÜLCE, Film tanıtımıyla; “Aydın” Çıkmazı/ Hakan BİLGE, hikâyesiyle; Cep/ Murat TAŞ dergiyi şereflendiriyorlar.
Kitap tanıtım ve eleştirileriyle; Mehmed Can Doğan, Şiir Arkeolojisi Kısası Enbiya, Kolları Bağlı Odysseus, Mitoloji ve Menkîbe/ Hüseyin Avni CİNOZOĞLU ve Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Kadın Tesiri / Anne Tipine Genel Bir Bakış/ Buğra KIZILKAYA sizleri bekliyor.
İrtibat:
Kültür Dergi Dağıtım ve NT Kitabevleri
Web: www.degirmendergisi.com
E-posta: degirmendergi@gmail.com
Tel: 0505 647 03 25
2011-06-25
Akpınar’ın sesi Niğde’den yükseliyor
Akpınar dergisi, 33. sayısında doğumunun 113. yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’i kapak konusu yapmış.
Akpınar dergisi, 6. yılında, mayıs-haziran sayısıyla 33. sayıya ulaştı. “Her yenilik eskinin eksiklerini tamamlamaktır.” diyen İsmail Özmel, Anadolu’da dergicilik yapmanın zorluğuna aldırmadan yoluna devam ediyor. Doğumunun 113. yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in kapak konusu yapıldığı dergide Tuncer Gülensoy’un “Büyük Türk Roman Yazarı Reşat Nuri Gültekin’in Biyografisine Eklenecek Bilgiler”, başlıklı yazısı bilinmezleri arayanlar için hazine değerinde.
Şiire ve şaire dair aforizmalarıyla Bekir Oğuzbaşaran engin bilgi birikimini hayat felsefesiyle yoğurarak yazıya dökmüş. Mehmet Akif’in hayatından çizgiler sunan İsmail Özmel fikir ve sanat adamlarımızı okuma, anlama ve anmayı arı misali çiçek özü toplama olarak değerlendiriyor.
Joseph P. Mozur’un, “Cengiz Aytmatov: Sosyalist Gerçekçilik Estetiğini Dönüştürme” başlıklı yazısı Gökçe Kolcu tarafından bilimsel bir estetikle İngilizceden çevrilmiş hacimli bir çalışma olmuş.
Osman Yazan tarafından yapılan Ömer Seyfettin’in “Gizli Mabed” hikayesinin tahlili, Murat Soyak’ın TYB Gaziantep Şubesi 1. Ayıntap Şiir günlerini konu alan yazısı, İLESAM genel başkanı Mehmet Nuri Paramaksız’ın İsa Kayacan hakkındaki görüşlerini yazdığı yazı ve “Unutulmuş Bir Şair: Mehmet Emin Yurdakul’u Anıyoruz”, diyen Abdulkadir Güler dergiye zenginlik katmış.
“Türkçe Adlar mı Türk Adlarımı” başlıklı yazısıyla Önder Saatçi, Efendimiz hazretlerinin “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” Sözünü anlamaya çalışarak hangi isimler daha güzeldir, sorusuna açıklık getiriyor.
Prof. Dr. Amil Çelebioğlu’nu anan yazısıyla Hikmet Elitaş bir vefa örneği sergiliyor.
Cengiz Aytmatov ile başlayan ve birçok insan tarafından kaleme alınan mankurtlaşmayı bu kez de Ömer Aydoğan kaleme almış. Dergide Hüseyin Akte’nin “Susuz Günlerden Sonra” isimli bir hikayesi var.
Ali İhsan Kolcu, Erdal Noyan, Yüksel Gemalmaz, Osman Aytekin ve İsmail Özmel şiirleriyle görücüye çıkmışlar.
Kültür, sanat ve edebiyat dergisi Akpınar, Niğde’den yükselen sesiyle varlık mücadelesine devam ediyor.
Sergül Vural
Akpınar dergisi, 6. yılında, mayıs-haziran sayısıyla 33. sayıya ulaştı. “Her yenilik eskinin eksiklerini tamamlamaktır.” diyen İsmail Özmel, Anadolu’da dergicilik yapmanın zorluğuna aldırmadan yoluna devam ediyor. Doğumunun 113. yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in kapak konusu yapıldığı dergide Tuncer Gülensoy’un “Büyük Türk Roman Yazarı Reşat Nuri Gültekin’in Biyografisine Eklenecek Bilgiler”, başlıklı yazısı bilinmezleri arayanlar için hazine değerinde.
Şiire ve şaire dair aforizmalarıyla Bekir Oğuzbaşaran engin bilgi birikimini hayat felsefesiyle yoğurarak yazıya dökmüş. Mehmet Akif’in hayatından çizgiler sunan İsmail Özmel fikir ve sanat adamlarımızı okuma, anlama ve anmayı arı misali çiçek özü toplama olarak değerlendiriyor.
Joseph P. Mozur’un, “Cengiz Aytmatov: Sosyalist Gerçekçilik Estetiğini Dönüştürme” başlıklı yazısı Gökçe Kolcu tarafından bilimsel bir estetikle İngilizceden çevrilmiş hacimli bir çalışma olmuş.
Osman Yazan tarafından yapılan Ömer Seyfettin’in “Gizli Mabed” hikayesinin tahlili, Murat Soyak’ın TYB Gaziantep Şubesi 1. Ayıntap Şiir günlerini konu alan yazısı, İLESAM genel başkanı Mehmet Nuri Paramaksız’ın İsa Kayacan hakkındaki görüşlerini yazdığı yazı ve “Unutulmuş Bir Şair: Mehmet Emin Yurdakul’u Anıyoruz”, diyen Abdulkadir Güler dergiye zenginlik katmış.
“Türkçe Adlar mı Türk Adlarımı” başlıklı yazısıyla Önder Saatçi, Efendimiz hazretlerinin “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” Sözünü anlamaya çalışarak hangi isimler daha güzeldir, sorusuna açıklık getiriyor.
Prof. Dr. Amil Çelebioğlu’nu anan yazısıyla Hikmet Elitaş bir vefa örneği sergiliyor.
Cengiz Aytmatov ile başlayan ve birçok insan tarafından kaleme alınan mankurtlaşmayı bu kez de Ömer Aydoğan kaleme almış. Dergide Hüseyin Akte’nin “Susuz Günlerden Sonra” isimli bir hikayesi var.
Ali İhsan Kolcu, Erdal Noyan, Yüksel Gemalmaz, Osman Aytekin ve İsmail Özmel şiirleriyle görücüye çıkmışlar.
Kültür, sanat ve edebiyat dergisi Akpınar, Niğde’den yükselen sesiyle varlık mücadelesine devam ediyor.
Sergül Vural
2011-06-24
'Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları' dergisi
Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları
YIL 3 / SAYI 4 / OCAK – HAZİRAN 2011
İçindekiler:
Makale
MEHMET TÖRENEK
Tevfik Fikret ve Âşiyân
SEZAİ COŞKUN
Savaş-Edebiyat İlişkisi Bağlamında Bosna Savaşı’nın Türk Şiirine Yansıması
SİBEL BAYRAM
Boşnak Şiirinde İstanbul
SELAHATTİN ÇİTÇİ
Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’in Eserlerinde Ezan
ABDURRAHMAN KOLCU
J. K. Huysmans’ın A Rebours (Tersine) ve Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı Romanları Arasında Bir Karşılaştırma
ÖZGÜR İLDEŞ
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi Romanında Thomas Hobbes’un Leviathan Adlı Eserinin Etkileri
KADİR CAN DİLBER
Jorge Luis Borges’ten Hasan Ali Toptaş’a Düşsel Yolculuğun Şifreleri
GÜRKAN YAVAŞ
Peyami Safa’nın Yalnızız Adlı Romanında Bir Çatışma Unsuru Olarak İdeolojik ve Düşünsel Yapı
AYŞE DEMİR
Halid Ziya Uşaklıgil’in Hikâyelerinde Ev, Evden Kaçış ve Eve Dönüş
KÂMİL YEŞİL
Modernizmi Esas Alan Bir Yazar: Bilge Karasu, Modernist Bir Öykü: Odalardan Biri
Bibliyografya
KAHRAMAN BOSTANCI
II. Meşrutiyet Devri İzmir Basınında Türkçü Duyarlılığın Sesi: Tan Mecmuası ve Dizini
NURAN ÖZLÜK
Âfâk Mecmuası ve Dizini
Kitap Tanıtımı
SEMA ÖZHER KOÇ
Tanzimat Dönemi Anlatılarında Feminist Söylem
MEHMET YILMAZ
Tanpınar Şiirinin Kaynakları Üzerine Bir Araştırma: Zamana Düşen Çığlık
YAKUP ÖZTÜRK
Hüseyin Sîret: Bedbaht Bir Muhalif, Kırgın Bir Şair, Sırlı Bir Derviş
ALİ EMİR ÇEVİRME
Edebiyatımızda Yabancılaşma Olgusuna Yeni Bir Kaynak: Abdülhak Şinasi Hisar’ın Romanlarında Özel Yabancılaşma
YIL 3 / SAYI 4 / OCAK – HAZİRAN 2011
İçindekiler:
Makale
MEHMET TÖRENEK
Tevfik Fikret ve Âşiyân
SEZAİ COŞKUN
Savaş-Edebiyat İlişkisi Bağlamında Bosna Savaşı’nın Türk Şiirine Yansıması
SİBEL BAYRAM
Boşnak Şiirinde İstanbul
SELAHATTİN ÇİTÇİ
Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’in Eserlerinde Ezan
ABDURRAHMAN KOLCU
J. K. Huysmans’ın A Rebours (Tersine) ve Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı Romanları Arasında Bir Karşılaştırma
ÖZGÜR İLDEŞ
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi Romanında Thomas Hobbes’un Leviathan Adlı Eserinin Etkileri
KADİR CAN DİLBER
Jorge Luis Borges’ten Hasan Ali Toptaş’a Düşsel Yolculuğun Şifreleri
GÜRKAN YAVAŞ
Peyami Safa’nın Yalnızız Adlı Romanında Bir Çatışma Unsuru Olarak İdeolojik ve Düşünsel Yapı
AYŞE DEMİR
Halid Ziya Uşaklıgil’in Hikâyelerinde Ev, Evden Kaçış ve Eve Dönüş
KÂMİL YEŞİL
Modernizmi Esas Alan Bir Yazar: Bilge Karasu, Modernist Bir Öykü: Odalardan Biri
Bibliyografya
KAHRAMAN BOSTANCI
II. Meşrutiyet Devri İzmir Basınında Türkçü Duyarlılığın Sesi: Tan Mecmuası ve Dizini
NURAN ÖZLÜK
Âfâk Mecmuası ve Dizini
Kitap Tanıtımı
SEMA ÖZHER KOÇ
Tanzimat Dönemi Anlatılarında Feminist Söylem
MEHMET YILMAZ
Tanpınar Şiirinin Kaynakları Üzerine Bir Araştırma: Zamana Düşen Çığlık
YAKUP ÖZTÜRK
Hüseyin Sîret: Bedbaht Bir Muhalif, Kırgın Bir Şair, Sırlı Bir Derviş
ALİ EMİR ÇEVİRME
Edebiyatımızda Yabancılaşma Olgusuna Yeni Bir Kaynak: Abdülhak Şinasi Hisar’ın Romanlarında Özel Yabancılaşma
'Türk Edebiyatı' dergisi, Peyami Safa dosyasıyla çıktı
Haziran 2011
Bu sayıda iki önemli dosyayla karşınızdayız. Birinci dosyamızda, vefatının 50. yılı dolayısıyla Peyami Safa’yı ele aldık. Prof. Dr. Mehmet Tekin’in romancılığını anlattığı büyük yazarın 1929 yılında, yeni edebiyatçı neslinin sözcüsü olarak eski nesle karşı verdiği mücadeleyi ve Yakup Kadri’yle kavgasını da ben anlattım. Bu yazının içinde verdiğimiz gazete kupürü, “Edebiyat Mahkemeleri”nin Peyami Safa tarafından başlatıldığını göstermektedir. Hasan Öztürk’ün bir yazısı ve İlyas Dirin’in derlediği Peyami Safa karikatürleriyle devam eden dosyada Mehmet Tekin arşivinden bir “Safa Ailesi” fotoğrafı bulacaksınız. “Resimli Türk Edebiyatı” sayfamızda da Peyami Safa’nın hoş bir fotoğrafı ve sigara tiryakilerinin mutlaka okuması gereken ilgi çekici bir yazısı var.
İkinci dosyamızı, 2011’in “Franz Liszt Yılı” ilan edilmiş olması dolayısıyla Türk-Macar kültür ilişkilerine ayırdık. Hatırlarsanız, bu yılın başlarında Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, bir İspanyol gazetesine yaptığı açıklamada, Türkler tarafından yüz elli yıl idare edilmiş olmalarını bir şans olarak gördüğünü, bugünkü varlıklarını Türklere borçlu olduklarını söylemişti. Gerçekten, Osmanlı hâkimiyeti sayesinde Avusturya boyunduruğundan kurtulan Macarlar, dil ve kültürlerini Budin paşalarınca sağlanan barış ve huzur ortamında hiçbir baskıya uğramadan yaşatmışlardı.
Osmanlılar, Macarları Macaristan’dan çekildikten sonra da koruyup kolladılar. Bilindiği gibi, Macar halkı, 1848 yılında Avusturya’ya karşı başkaldırmış, başarısızlıkla sonuçlanan bu isyanın ardından başta liderleri Kossuth olmak üzere on altı bin kişi Tuna Nehri’ni aşarak Osmanlı Devleti’ne sığınmıştı. Avusturya ve Rusya’nın tehditlerine rağmen iade edilmeyen bu mültecilere, kendilerinin ve ailelerinin hayat ve şereflerinin teminat altında olduğu, istedikleri ülkeye gidebilecekleri, kalmak isteyenlerin de arzu ederlerse rütbe ve mesleklerine uygun görevlere tayin edilebilecekleri bildirilmiştir. Bunun üzerine, mülteci subaylardan bazıları Vidin’de Müslüman olmuş, Osmanlı ordusunun modernleşmesinde önemli görevler üstlendikleri gibi, kültür hayatımıza da ciddi katkılarda bulunmuştur.
Macar asıllı büyük piyanist ve kompozitör Franz Liszt’in Osmanlı Devleti’nin başkentinde konserler vermek için duyduğu büyük arzunun arkasında, başta Kossuth olmak üzere çok sayıda Macar milliyetçisine kucak açan Sultan Abdülmecid’e duyduğu sempatinin bulunduğu söylenir. List ekolünden önemli müzisyenler de Osmanlı ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin müzik hayatında önemli roller üstlenmişlerdir. M. Selim Gökçe, “Osmanlılar, Macarlar ve Franz Liszt” başlıklı yazısında, Osmanlı-Macar ilişkilerinin tarihinden kısaca söz ettikten sonra Liszt’in İstanbul macerasını ve onun öğrencilerinin Türkiye’deki faaliyetlerini anlattı. Sadık Kutalmış, geçen asrın başlarında Budapeşte’de diplomat olarak görev yapan Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Enis Behiç Koryürek’in Türk-Macar kültür ilişkilerinin gelişmesi için yaptıkları çalışmalardan ve Macar Turancılarıyla Türkçüler arasındaki yakınlıktan söz etti.
Nazan Bekiroğlu ise Şair Nigâr Hanım’ın Macarlarla ve Macar kültürüyle ilişkisini yazdı. Bilindiği gibi Nigâr Hanım’ın babası Osman Paşa aslen Macar’dır ve “Macar Osman Paşa” diye bilinir.
Sadık Müfit Bilgi’nin kaleminden de Evliya Çelebi’nin Macaristan hakkında yazdıklarını okuyacaksınız. Cem Yavuz, Osmanlı hâkimiyetinin Macar şiirine nasıl yansıdığını “Şiirin Altın Çağında Karşılaşmalar” başlıklı ilgi çekici yazısında anlattı. Dursun Ayan da Béla Bartók’un Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’deki faaliyetlerini ele aldı. Halk türkülerinin derlenmesine katkıda bulunan Bartók, Macar tecrübesinden hareketle bu türkülerin “Çağdaş Türk Müziği” oluşturulurken nasıl kullanılması gerektiği konusunda fikirlerini de paylaşmıştı. Bahtiyar Aslan, Ignác Kúnos’un Türk halk edebiyatı çalışmalarına göz attı. Bir de Macar yazarımız var: Szilárd Szilágyi... O da Kúnos’un çalışmalarını kendi açısından değerlendirdi.
Bu sayıda maalesef hikâyeye yer veremedik. Şairlerimize gelince: İsmail Aykanat, Mehmet Aycı, Kalender Yıldız, Nadir Aşçı, Servet Gündoğdu, Rasim Demirtaş, M. Milat Özçelik ve Berat Demirci.
Tabii, Kırkambar’ımız her zaman olduğu gibi dopdolu. Kırkambar’ın sonunda da geçen ay gerçekleştirdiğimiz “100. Yılında Yeni Lisân Hareketi ve Millî Edebiyat Çalıştayı” ile Fatih Ali Emirî Kültür Merkezi’nde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi’nin açılışıyla ilgili haberleri okuyacaksınız.
Daha güzel sayılarda buluşmak üzere hoşça kalınız.Muhabbetle, efendim.
Beşir Ayvazoğlu
Bu sayıda iki önemli dosyayla karşınızdayız. Birinci dosyamızda, vefatının 50. yılı dolayısıyla Peyami Safa’yı ele aldık. Prof. Dr. Mehmet Tekin’in romancılığını anlattığı büyük yazarın 1929 yılında, yeni edebiyatçı neslinin sözcüsü olarak eski nesle karşı verdiği mücadeleyi ve Yakup Kadri’yle kavgasını da ben anlattım. Bu yazının içinde verdiğimiz gazete kupürü, “Edebiyat Mahkemeleri”nin Peyami Safa tarafından başlatıldığını göstermektedir. Hasan Öztürk’ün bir yazısı ve İlyas Dirin’in derlediği Peyami Safa karikatürleriyle devam eden dosyada Mehmet Tekin arşivinden bir “Safa Ailesi” fotoğrafı bulacaksınız. “Resimli Türk Edebiyatı” sayfamızda da Peyami Safa’nın hoş bir fotoğrafı ve sigara tiryakilerinin mutlaka okuması gereken ilgi çekici bir yazısı var.
İkinci dosyamızı, 2011’in “Franz Liszt Yılı” ilan edilmiş olması dolayısıyla Türk-Macar kültür ilişkilerine ayırdık. Hatırlarsanız, bu yılın başlarında Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, bir İspanyol gazetesine yaptığı açıklamada, Türkler tarafından yüz elli yıl idare edilmiş olmalarını bir şans olarak gördüğünü, bugünkü varlıklarını Türklere borçlu olduklarını söylemişti. Gerçekten, Osmanlı hâkimiyeti sayesinde Avusturya boyunduruğundan kurtulan Macarlar, dil ve kültürlerini Budin paşalarınca sağlanan barış ve huzur ortamında hiçbir baskıya uğramadan yaşatmışlardı.
Osmanlılar, Macarları Macaristan’dan çekildikten sonra da koruyup kolladılar. Bilindiği gibi, Macar halkı, 1848 yılında Avusturya’ya karşı başkaldırmış, başarısızlıkla sonuçlanan bu isyanın ardından başta liderleri Kossuth olmak üzere on altı bin kişi Tuna Nehri’ni aşarak Osmanlı Devleti’ne sığınmıştı. Avusturya ve Rusya’nın tehditlerine rağmen iade edilmeyen bu mültecilere, kendilerinin ve ailelerinin hayat ve şereflerinin teminat altında olduğu, istedikleri ülkeye gidebilecekleri, kalmak isteyenlerin de arzu ederlerse rütbe ve mesleklerine uygun görevlere tayin edilebilecekleri bildirilmiştir. Bunun üzerine, mülteci subaylardan bazıları Vidin’de Müslüman olmuş, Osmanlı ordusunun modernleşmesinde önemli görevler üstlendikleri gibi, kültür hayatımıza da ciddi katkılarda bulunmuştur.
Macar asıllı büyük piyanist ve kompozitör Franz Liszt’in Osmanlı Devleti’nin başkentinde konserler vermek için duyduğu büyük arzunun arkasında, başta Kossuth olmak üzere çok sayıda Macar milliyetçisine kucak açan Sultan Abdülmecid’e duyduğu sempatinin bulunduğu söylenir. List ekolünden önemli müzisyenler de Osmanlı ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin müzik hayatında önemli roller üstlenmişlerdir. M. Selim Gökçe, “Osmanlılar, Macarlar ve Franz Liszt” başlıklı yazısında, Osmanlı-Macar ilişkilerinin tarihinden kısaca söz ettikten sonra Liszt’in İstanbul macerasını ve onun öğrencilerinin Türkiye’deki faaliyetlerini anlattı. Sadık Kutalmış, geçen asrın başlarında Budapeşte’de diplomat olarak görev yapan Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Enis Behiç Koryürek’in Türk-Macar kültür ilişkilerinin gelişmesi için yaptıkları çalışmalardan ve Macar Turancılarıyla Türkçüler arasındaki yakınlıktan söz etti.
Nazan Bekiroğlu ise Şair Nigâr Hanım’ın Macarlarla ve Macar kültürüyle ilişkisini yazdı. Bilindiği gibi Nigâr Hanım’ın babası Osman Paşa aslen Macar’dır ve “Macar Osman Paşa” diye bilinir.
Sadık Müfit Bilgi’nin kaleminden de Evliya Çelebi’nin Macaristan hakkında yazdıklarını okuyacaksınız. Cem Yavuz, Osmanlı hâkimiyetinin Macar şiirine nasıl yansıdığını “Şiirin Altın Çağında Karşılaşmalar” başlıklı ilgi çekici yazısında anlattı. Dursun Ayan da Béla Bartók’un Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’deki faaliyetlerini ele aldı. Halk türkülerinin derlenmesine katkıda bulunan Bartók, Macar tecrübesinden hareketle bu türkülerin “Çağdaş Türk Müziği” oluşturulurken nasıl kullanılması gerektiği konusunda fikirlerini de paylaşmıştı. Bahtiyar Aslan, Ignác Kúnos’un Türk halk edebiyatı çalışmalarına göz attı. Bir de Macar yazarımız var: Szilárd Szilágyi... O da Kúnos’un çalışmalarını kendi açısından değerlendirdi.
Bu sayıda maalesef hikâyeye yer veremedik. Şairlerimize gelince: İsmail Aykanat, Mehmet Aycı, Kalender Yıldız, Nadir Aşçı, Servet Gündoğdu, Rasim Demirtaş, M. Milat Özçelik ve Berat Demirci.
Tabii, Kırkambar’ımız her zaman olduğu gibi dopdolu. Kırkambar’ın sonunda da geçen ay gerçekleştirdiğimiz “100. Yılında Yeni Lisân Hareketi ve Millî Edebiyat Çalıştayı” ile Fatih Ali Emirî Kültür Merkezi’nde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi’nin açılışıyla ilgili haberleri okuyacaksınız.
Daha güzel sayılarda buluşmak üzere hoşça kalınız.Muhabbetle, efendim.
Beşir Ayvazoğlu
'Somuncu Baba' dergisi, Hulusi Efendi Özel Sayısı
HAZİRAN 2011
Somuncu Baba Dergisi 128. (Haziran 2011) sayısını Hulûsi Efendi Özel Sayısı olarak neşretmiş. Başyazı'da Sebahaddin ATE޸ Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi'nin hizmetlerini ön plana çıkaran ‘Hizmet Kervanı' başlıklı yazısında Vakıf Mütevelli Heyet Başkanı H. Hamidettin Ateş Efendi'nin Hulûsi Efendi'yi anlatan şu paragrafından bir kısmı şöyledir: "Osman Hulûsi Efendi (k.s)¸ din hizmetlerinin ve irşad faaliyetlerinin yanında¸ insanlarla ilişkilerinde dürüst¸ cömert¸ yardımsever¸ başkalarına yük olmayan onların yükünü paylaşan¸ kendi elinin emeğiyle geçinen¸ kimseye kötülük etmeyen¸ kendisine yapılan kötülüğü de affedebilen bir maneviyat eridir."
Mustafa ÖZÇELİK ‘Hulûsi Efendi (k.s)'nin Mektupları' başlıklı yazısında Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî'yi tanıtmış ve Hulûsi Efendi'nin mektuplarının özelliklerine değinmiş.
‘Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî'de El-Esmâ-i Hüsnâ' başlıklı makalesinde Ramazan ALTINTA޸ Allah'ın en güzel isimlerinin Divan'da nerede ve nasıl geçtiklerini güzel ve akıcı bir üslupla örnekler vererek anlatmış.
Enbiya YILDIRIM Hulûsi Efendi'nin Divan'ında kullandığı hadis-i şerifleri ‘Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî ve Hadis İlişkisi' başlıklı yazısında¸ içinde hadislerin bulunduğu beyitlerden örnekler vererek anlatmış ve: "Peygamber sevgisini bedeninin bütün zerrelerinde hisseden Hulûsi Efendi¸ Divân'ınında pek çok yerde hadisleri kendisine referans alır." demiş.
‘Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)'ye Şiirler' başlıklı yazısında Musa TEKTAŞ öncelikle Peygamberimize atfen yazılan şiirlere yer verdikten sonra Osman Hulûsi Efendi Hazretlerine sağlığında yazılan şiir¸ methiye ve mektupları konu edinmiş.
Dergide ayrıca; Ahmet ŞİMŞİRGİL'in ‘Tasavvuf Büyükleri ve Devlet Başkanları'¸ Meryem Aybike SİNAN'ın ‘Kayısı Diyarı Malatya'¸ Ali AKPINAR'ın ‘Emeksiz Kazanç Kumar'¸ Muhsin ilyas SUBAŞI'nın ‘Şehircilikte Darende Örneği'¸ Kadir ÖZKÖSE'nin ‘Sûfîlerin Mi'râc Terennümü'¸ Bünyamin ERUL'un ‘Amr B. Ma'dîkerib'¸ Mehmet Zeki AYDIN'ın ‘Gelin ve Kayınvalide Nasıl Geçinirler?'¸ Abdülmecit İSLAMOĞLU'nun ‘Dîvân-ı Hulûsi'de Seher Vakti'¸ Resul KESENCELİ'nin ‘Beylerbeyi Sarayı ve Sultan 2. Abdulhamidin Vefatı'¸ Mehmet SOYSALDI'nın ‘Duaya İcabet'¸ Abdullah Kahraman'ın ‘Ahlâk Bütünlüğü (Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)'nin Eserlerinde)'¸ Fatih ERKOÇOĞLU'nun ‘Hicâz Notları Vl "Mekke'ye Giden Yol'¸ Süleyman DOĞAN'ın ‘Mutasavvıfların Eğitim Metodu'¸ Mehmet DERE'nin ‘Kur'an'ın Özeti: Fâtiha'¸ Sefa SAYGILI'nın ‘Stres ve Panik Atak'¸ Vedat Ali TOK'un ‘Yûnus Emre'de Birlik Ve Beraberlik'¸ M. Emin KARABACAK'ın ‘Araba Kullanma Psikolojisi'¸ Yusuf HALICI'nın ‘Malatya Evliyaları'¸ Akın DİNDAR'ın ‘Kendine Esir Eden Hastalık Saplantı'¸ Mesude SARI'nın ‘Kuymak (Mıhlama)' başlıklı yazılarına yer verilmiş.
Dergide Muharrem AKIN¸ Nasihat Yayınları arasında yeni çıkan ‘Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyum Bildirileri' adlı kitabını tanıtmış. Ayrıca dergide Rıfat ARAZ¸ Hızır İrfan ÖNDER¸ Hanifi KARA¸ Ahmet Mahir PEKŞEN¸ Bestami YAZGAN¸ Ramazan PAMUK¸ Bekir OĞUZBAŞARAN¸ Yusuf DURSUN'un şiirlerine de yer verilmiş.
Hızır İrfan Önder
2011-06-17
'Ay Vakti' dergisinin 129.sayısı yayımlandı
SAYI 129 / HAZİRAN 2011
Hayat insana seçenek hakkı sunuyor.
Seçim ve seçenek hakkını doğru kullanmak.
Karar vermek, kendini seçimini yapmak esas olan.
Ay Vakti 129. sayısında seçim diyerek başlıyor. Gündemde olan seçimi kendi bahçesinde yorumluyor.
“Kendi irademizi ortaya koyacağız.
İrade beyanı.
Telkinler, tebliğler, propagandalar, planlar ve projeler.
Seçme ve seçilme hakkına sahip olmak.
İrade ortaya koymak.”
Şeref Akbaba Seçenek yazısıyla insanın seçenek hakkını doğru kullanması gerektiğini söylüyor.
“Asırları kucaklayan ve direnerek elde edilen haklar ve hürriyetler, yasala¬rın ya da devletlerin bağışı olmak¬tan çıkıp, bireyin ve toplumun hakkı olduğu anlayışıyla düzenlenmelidir. Zor olan Süleyman ve Sinan olmaktır .“
Masal kaybolan değerimiz ve kültürümüz. İnsanlar birbirini dinlemiyor ve anlamıyor artık. İnsan kendisini televizyon, internet ve teknolojinin ablukasından kurtaramıyor. Necmettin Evci bu denemesinde masal kültürünü kaleme alan güzel bir yazı sunuyor.
Usta şairler yine Ay Vakti’nin sayfalarında. Alaaddin Soykan Konuş Gönlüm, Sedat Umran Hayat ve Ölüm şiirleriyle yerini alıyor.
Türkiye’nin çok yönlü ve suskun sanatçısıdır Nuri Pakdil. Aslında yazılarıyla, kalemiyle her dem konuşan biridir o. Ama insanların çoğu ondan habersizdir. Diyerek Musa Özer Nuri Pakdil’i anlatıyor.
Osmanlı Türkçesinde Muamma Şiirleri, Elips ve Anti-Elipsa incelemeriyle Celaleddin Cürayev ve Fazilat İbragimova farklı bakış açılarıyla çalışmalarını ortaya koyuyor.
Denemede; Zülal Sahra Araftaki, Ceyhun Emre Teoman Üç Solucan Bir Sazan Nazlı Nur Yılmaz Yüzü Ölüme Dönmüş Gecenin Kevser Terzioğlu Denizin Rengi çalışmalarıyla okurun karşısına çıkıyor.
Ay Vakti; bu sayısını öyküyle zenginleştirmiş. Naz Ferniba Cezada Elif-i İklim, Üzeyir Süğümlü Bir Ruh Hikayesi, Ayla Ceren Coşkun Kırmızı M.A. N ve Babam, Duran Çetin Suçlu Kim, Fatih Külahçı Yolun Hafızası, Ercan Köksal Vasiyet, Muhammet Erdevir Müstesna Bir Ekim, Lekeli Bir Göz öyküleriyle buket sunuyor.
Hasan Tiyek Şair, Müjdat Er Ruh şiirleriyle hissiyatlarından geçenleri bizimle paylaşıyor.
Şair ve Gölge başlığıyla Necati Topçu Alim Yıldız’ın Şiirin Gölgesinde kitabını tanıtıyor.
Şiraze Saklı Mektuplardan gizemli bir mektup sunarak; Ay Vakti sayfalarına son veriyor.
Hayat insana seçenek hakkı sunuyor.
Seçim ve seçenek hakkını doğru kullanmak.
Karar vermek, kendini seçimini yapmak esas olan.
Ay Vakti 129. sayısında seçim diyerek başlıyor. Gündemde olan seçimi kendi bahçesinde yorumluyor.
“Kendi irademizi ortaya koyacağız.
İrade beyanı.
Telkinler, tebliğler, propagandalar, planlar ve projeler.
Seçme ve seçilme hakkına sahip olmak.
İrade ortaya koymak.”
Şeref Akbaba Seçenek yazısıyla insanın seçenek hakkını doğru kullanması gerektiğini söylüyor.
“Asırları kucaklayan ve direnerek elde edilen haklar ve hürriyetler, yasala¬rın ya da devletlerin bağışı olmak¬tan çıkıp, bireyin ve toplumun hakkı olduğu anlayışıyla düzenlenmelidir. Zor olan Süleyman ve Sinan olmaktır .“
Masal kaybolan değerimiz ve kültürümüz. İnsanlar birbirini dinlemiyor ve anlamıyor artık. İnsan kendisini televizyon, internet ve teknolojinin ablukasından kurtaramıyor. Necmettin Evci bu denemesinde masal kültürünü kaleme alan güzel bir yazı sunuyor.
Usta şairler yine Ay Vakti’nin sayfalarında. Alaaddin Soykan Konuş Gönlüm, Sedat Umran Hayat ve Ölüm şiirleriyle yerini alıyor.
Türkiye’nin çok yönlü ve suskun sanatçısıdır Nuri Pakdil. Aslında yazılarıyla, kalemiyle her dem konuşan biridir o. Ama insanların çoğu ondan habersizdir. Diyerek Musa Özer Nuri Pakdil’i anlatıyor.
Osmanlı Türkçesinde Muamma Şiirleri, Elips ve Anti-Elipsa incelemeriyle Celaleddin Cürayev ve Fazilat İbragimova farklı bakış açılarıyla çalışmalarını ortaya koyuyor.
Denemede; Zülal Sahra Araftaki, Ceyhun Emre Teoman Üç Solucan Bir Sazan Nazlı Nur Yılmaz Yüzü Ölüme Dönmüş Gecenin Kevser Terzioğlu Denizin Rengi çalışmalarıyla okurun karşısına çıkıyor.
Ay Vakti; bu sayısını öyküyle zenginleştirmiş. Naz Ferniba Cezada Elif-i İklim, Üzeyir Süğümlü Bir Ruh Hikayesi, Ayla Ceren Coşkun Kırmızı M.A. N ve Babam, Duran Çetin Suçlu Kim, Fatih Külahçı Yolun Hafızası, Ercan Köksal Vasiyet, Muhammet Erdevir Müstesna Bir Ekim, Lekeli Bir Göz öyküleriyle buket sunuyor.
Hasan Tiyek Şair, Müjdat Er Ruh şiirleriyle hissiyatlarından geçenleri bizimle paylaşıyor.
Şair ve Gölge başlığıyla Necati Topçu Alim Yıldız’ın Şiirin Gölgesinde kitabını tanıtıyor.
Şiraze Saklı Mektuplardan gizemli bir mektup sunarak; Ay Vakti sayfalarına son veriyor.
2011-06-16
'Tasfiye' dergisinin 32.sayısı çıktı
TASFİYE 32 | HAZİRAN 2011
Şiir
Ali Emre, “Bir Arasta Sedirinde Uyuyup Kalan Mahmur Çocuklar İçin Koçaklama”, 2
Ümit Aktaş, “Yeni Söz”, 3
Nebiye Arı, “Şiirler Tavize Eğildiğinde”, 4
Mehmet Sait Çakar, “Ay Uykusu”, 5
Bünyamin Doğruer, “Acıların Çölünde”, 40
Öykü, Masal
Veysel Altuntaş, “Ev Hapsi”, 6
Mehmet Ali Başaran, “Çılgın Vuk ve Ölgün Eğitim”, 9
Cevat Akkanat, “Jimnastik Kurgu”, 11
Habil Sağlam, “Üç Şey”, 15
Deneme, Eleştiri, Makale, Anı
Ümit Aktaş, “Şehir, Şiir ve Estetik”, 18
İbrahim Eryiğit, “Hendese, Şiir ve Şehir”, 25
Ahmet Örs, “Mustafa Celep’in ‘Mecburi İstikamet’ Şiiri”, 30
Asım Öz, “Eşikte Asılı Kalan Bilinç: Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Yorumlamak”, 32
Ahmet Örs, “Bugünkü Edebiyatımız Neyi İnşa Edecek?”, 38
Özhan Uçan, “Bizim Hamza”, 41
Enes Kuşçu, “Doğunun Kaybeden Oğullarından: Samba”, 44
Mehmet Sacit, “Walkman Çağı”, 47
İrtibat:
www.tasfiyedergisi.com
Şiir
Ali Emre, “Bir Arasta Sedirinde Uyuyup Kalan Mahmur Çocuklar İçin Koçaklama”, 2
Ümit Aktaş, “Yeni Söz”, 3
Nebiye Arı, “Şiirler Tavize Eğildiğinde”, 4
Mehmet Sait Çakar, “Ay Uykusu”, 5
Bünyamin Doğruer, “Acıların Çölünde”, 40
Öykü, Masal
Veysel Altuntaş, “Ev Hapsi”, 6
Mehmet Ali Başaran, “Çılgın Vuk ve Ölgün Eğitim”, 9
Cevat Akkanat, “Jimnastik Kurgu”, 11
Habil Sağlam, “Üç Şey”, 15
Deneme, Eleştiri, Makale, Anı
Ümit Aktaş, “Şehir, Şiir ve Estetik”, 18
İbrahim Eryiğit, “Hendese, Şiir ve Şehir”, 25
Ahmet Örs, “Mustafa Celep’in ‘Mecburi İstikamet’ Şiiri”, 30
Asım Öz, “Eşikte Asılı Kalan Bilinç: Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Yorumlamak”, 32
Ahmet Örs, “Bugünkü Edebiyatımız Neyi İnşa Edecek?”, 38
Özhan Uçan, “Bizim Hamza”, 41
Enes Kuşçu, “Doğunun Kaybeden Oğullarından: Samba”, 44
Mehmet Sacit, “Walkman Çağı”, 47
İrtibat:
www.tasfiyedergisi.com
Yüz yıllık dil meselemiz...
Edebiyatımızda, dilimizde yüz yıllık meseleler vardır, dil kullanılmaya devam ettiği sürece meseleler de bazen parlayarak bazen de sönük biçimde konuşulur, gündeme gelir, getirilir. Dil meselemiz eski tartışma hararetini kaybetse de canlılığını korumaya devam etmektedir.
Kendi haline, mutevazı bir dergi olan Değirmen, Sakarya’dan sesini duyurmaya çalışıyor. Derginin Mayıs sayısı elime ulaştı, birkaç yazı bilhassa dikkatimi çekti. Necati Mert dergideki yazısının başlığını, “Yüz Yıllık Mesele” koymuş. Biz de ondan ödünç alarak, kendi yazımızın başlığını belirledik. Mert, 11 Nisan 1911’de Selanik’te yayın hayatına başlayan Genç Kalemle dergisinin dil politikasından hareketle meseleyi yüz yıllık zaman içinde değerlendiriyor. Dil meselesi ister kelimeler, ister gramer kaideleri, ister öz, yabancı noktasından alınsın sadece ilmî ve edebî camianın meselesi olmamıştır. Bu mesele aslında milletin meselesidir. Nihayetinde, dil milletin varlığını, düşüncesini, siyasetini, dünya görüşünü, edebî zevkini yansıtır.
Necati Mert konuya göre son derece kısa tuttuğu yazısında bu yüz yıllık süreci son derece öz biçimde tarihî adımlarıyla birlikte özetlemiş, okurun rahatlıkla kavrayacağı biçimde anlatmıştır. Mert bütün bu tarihî süreç içinde, aşırılığa kaçan her kesimi eleştirmekte, orta yolu tutan, yaşayan dili tercih eden, milletin değerlerini önemseyen anlayışı tasvip etmektedir. Genç Kalemler dergisinin yüzüncü yılında o güzel insanlara selam gönderirken, “Oysa ‘Uydurma söz yapmayız/ Yapma yola sapmayız/ Türkçeleşmiş Türkçedir/ Eski köke tapmayız’ der Ziya Gökalp. Kelime milliyetçiliği yapmaz. Din’le de problemleri yoktur onların. Olsaydı, ateş’in od’dan, keder’in kaygu’dan, Allah’ın Çalap’tan daha Türkçe olduğunu söyleyebilir miydi, Ömer Seyfettin?” sorusuyla bu yüz yıllık meselenin cevabını daha yüz yılın başındaki anlayışın isabetiyle vermektedir. Adeta Necati Mert’in yazısına nazire olsun diye derginin ilerleyen sayfalarında bir başka dil yazısı karşımıza çıkmaktadır.
Murat Soyak’ın, “Türkçenin Sırları Hakkında” başlıklı yazısı yüz yıllık meselenin bugününe ışık tutmaktadır. Yapmacılık ve uydurmacılık hastalığının dile verdiği musibetlere işaret eden Soyak bugünkü sevincini şöyle ifade etmektedir: “Dile musallat olan uydurmacılık hastalığı neyse ki, şimdi eski şiddetinde değildir. Bu durum, günümüz için olumlu bir gelişmedir. Zararın neresinden dönersek kârdır, hesabınca yeniden “yaşayan Türkçe” esas olmalıdır.” Yaşayan Türkçe başlığı, Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Necmeddin Hacıeminoğlu gibi önemli aydınlarca savunulmuştur. Esasen bir dilin yaşamayan uzuvlarını sürekli canlı tutmaya çalışmak, adeta ona bambaşka bir can katmaya uğraşmak ne kadar sağlıklı bir yol olabilir ki? Yüz yıl içinde çok tartışıla tartışıla artık bıkkınlık verecek bir seviyeye gelen bu mesele, dilin, edebiyatın, kültürün ve milletin imkânlarını, zihin, duygu ve düşünce dünyasını çok daha ileri seviyelerde yansıtan edebî çalışmalarla gerçek canlığını kazanacaktır.
Semih Akış
Kaynak:
"Yeni Söz" gazetesi
http://www.dunyayayenisoz.com/Haber/Yuz-yillik-dil-meselemiz-635.html
Kendi haline, mutevazı bir dergi olan Değirmen, Sakarya’dan sesini duyurmaya çalışıyor. Derginin Mayıs sayısı elime ulaştı, birkaç yazı bilhassa dikkatimi çekti. Necati Mert dergideki yazısının başlığını, “Yüz Yıllık Mesele” koymuş. Biz de ondan ödünç alarak, kendi yazımızın başlığını belirledik. Mert, 11 Nisan 1911’de Selanik’te yayın hayatına başlayan Genç Kalemle dergisinin dil politikasından hareketle meseleyi yüz yıllık zaman içinde değerlendiriyor. Dil meselesi ister kelimeler, ister gramer kaideleri, ister öz, yabancı noktasından alınsın sadece ilmî ve edebî camianın meselesi olmamıştır. Bu mesele aslında milletin meselesidir. Nihayetinde, dil milletin varlığını, düşüncesini, siyasetini, dünya görüşünü, edebî zevkini yansıtır.
Necati Mert konuya göre son derece kısa tuttuğu yazısında bu yüz yıllık süreci son derece öz biçimde tarihî adımlarıyla birlikte özetlemiş, okurun rahatlıkla kavrayacağı biçimde anlatmıştır. Mert bütün bu tarihî süreç içinde, aşırılığa kaçan her kesimi eleştirmekte, orta yolu tutan, yaşayan dili tercih eden, milletin değerlerini önemseyen anlayışı tasvip etmektedir. Genç Kalemler dergisinin yüzüncü yılında o güzel insanlara selam gönderirken, “Oysa ‘Uydurma söz yapmayız/ Yapma yola sapmayız/ Türkçeleşmiş Türkçedir/ Eski köke tapmayız’ der Ziya Gökalp. Kelime milliyetçiliği yapmaz. Din’le de problemleri yoktur onların. Olsaydı, ateş’in od’dan, keder’in kaygu’dan, Allah’ın Çalap’tan daha Türkçe olduğunu söyleyebilir miydi, Ömer Seyfettin?” sorusuyla bu yüz yıllık meselenin cevabını daha yüz yılın başındaki anlayışın isabetiyle vermektedir. Adeta Necati Mert’in yazısına nazire olsun diye derginin ilerleyen sayfalarında bir başka dil yazısı karşımıza çıkmaktadır.
Murat Soyak’ın, “Türkçenin Sırları Hakkında” başlıklı yazısı yüz yıllık meselenin bugününe ışık tutmaktadır. Yapmacılık ve uydurmacılık hastalığının dile verdiği musibetlere işaret eden Soyak bugünkü sevincini şöyle ifade etmektedir: “Dile musallat olan uydurmacılık hastalığı neyse ki, şimdi eski şiddetinde değildir. Bu durum, günümüz için olumlu bir gelişmedir. Zararın neresinden dönersek kârdır, hesabınca yeniden “yaşayan Türkçe” esas olmalıdır.” Yaşayan Türkçe başlığı, Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Necmeddin Hacıeminoğlu gibi önemli aydınlarca savunulmuştur. Esasen bir dilin yaşamayan uzuvlarını sürekli canlı tutmaya çalışmak, adeta ona bambaşka bir can katmaya uğraşmak ne kadar sağlıklı bir yol olabilir ki? Yüz yıl içinde çok tartışıla tartışıla artık bıkkınlık verecek bir seviyeye gelen bu mesele, dilin, edebiyatın, kültürün ve milletin imkânlarını, zihin, duygu ve düşünce dünyasını çok daha ileri seviyelerde yansıtan edebî çalışmalarla gerçek canlığını kazanacaktır.
Semih Akış
Kaynak:
"Yeni Söz" gazetesi
http://www.dunyayayenisoz.com/Haber/Yuz-yillik-dil-meselemiz-635.html
İslamî Yorum dergisi, Yaz 2011 sayısı yayınlandı
Günümüz siyaset anlayışında en az iktidar kadar önemli bir kavram; MUHALEFET
Muhalefet; eleştiri, itiraz, isyan ve yeri geldiğinde başkaldırma şeklinde kendisini açığa vuran insani bir olgudur. İnsanoğlunun doğasında vardır. Statüko tarafından “memnuniyetsizlik” ile eşdeğer görülür ve hoş karşılanmaz.
Aslında hiç bir şeyi beğenmeyen memnuniyetsiz tipler -gerçekten de- yok değildir. Ancak statükoyu rahatsız eden, memnuniyetsiz insanların fevri çıkışları değil; haksızlıklar, zulümler ve adaletsizlikler karşısında yapılan muhalefet olmuştur. İnsanlık tarihi; despot yönetimlere, haksızlıklara ve zulümlere karşı isyan örnekleriyle doludur.
Fakat günümüz siyaset anlayışı, insanın doğasından gelen muhalefet olgusuna farklı bir bakış getirmiştir. Halkın iktidarı denetleyebilmesi ve kontrol edebilmesi için “yönetim sistemi” içerisinde kurumsal bir rol biçmiştir. Böylece toplum içerisindeki farklı düşünce ve çıkar grupları; iktidarın gazabından korkmadan eleştirebiliyorlar, kendi tezlerini halka sunup destek arayabiliyorlar ve halkın ilgi göstermesi halinde iktidar makamına gelebiliyorlar.
İşte internet ortamında yayın yapan İSLAMİYORUM dergisi, Yaz 2011 sayısında; bu tablonun ne kadar sahici olduğunu, bu anlayış seviyesine nasıl gelindiğini ve İslam referanslı siyaset teorilerinin bu tablo karşısında nasıl bir noktada olduğunu dosya konusu yaptı ve şu sorulara cevap aradı:
- Günümüz siyaset anlayışında muhalefet kurumu nasıl tanımlanmıştır?
- Muhalif sesler için oluşturulan legal kanallar, bu seslerin gereği gibi çıkmasına imkan veriyor mu?
- “İslam’da muhalefet” neden “İslam’a muhalefet” gibi algılanıyor?
- Zorlama, İslam’da kabul edilmeyen bir tutum olmasına rağmen, İslam tarihinde neden hep tek merkezli, otoriter yönetimler ortaya çıkmıştır?
- Günümüz Müslümanları “İslam devleti” denince neden hep; zorlayan, dayatan bir devlet anlamaktadırlar?
- Muhalefet fikrinin, İslam düşüncesi içerisinde bir karşılığı yok mudur?
- Birbirinden farklı birçok İslam anlayışının olduğu bir ortamda, muhalefet fikri barındırmayan bir bakış açısı, Müslümanlar arasındaki bölünme ve çatışmayı körüklemez mi?
- Daha kendi aralarındaki farklı yorumlara tahammül gösteremeyen Müslümanlar; farklı kültürlerden, farklı ırklardan ve farklı renklerden oluşan geniş toplumları adil bir şekilde yönetmeyi nasıl başaracaklar?
E-dergi İslamî Yorum dergisi irtibat:
www.islamiyorum.com
Muhalefet; eleştiri, itiraz, isyan ve yeri geldiğinde başkaldırma şeklinde kendisini açığa vuran insani bir olgudur. İnsanoğlunun doğasında vardır. Statüko tarafından “memnuniyetsizlik” ile eşdeğer görülür ve hoş karşılanmaz.
Aslında hiç bir şeyi beğenmeyen memnuniyetsiz tipler -gerçekten de- yok değildir. Ancak statükoyu rahatsız eden, memnuniyetsiz insanların fevri çıkışları değil; haksızlıklar, zulümler ve adaletsizlikler karşısında yapılan muhalefet olmuştur. İnsanlık tarihi; despot yönetimlere, haksızlıklara ve zulümlere karşı isyan örnekleriyle doludur.
Fakat günümüz siyaset anlayışı, insanın doğasından gelen muhalefet olgusuna farklı bir bakış getirmiştir. Halkın iktidarı denetleyebilmesi ve kontrol edebilmesi için “yönetim sistemi” içerisinde kurumsal bir rol biçmiştir. Böylece toplum içerisindeki farklı düşünce ve çıkar grupları; iktidarın gazabından korkmadan eleştirebiliyorlar, kendi tezlerini halka sunup destek arayabiliyorlar ve halkın ilgi göstermesi halinde iktidar makamına gelebiliyorlar.
İşte internet ortamında yayın yapan İSLAMİYORUM dergisi, Yaz 2011 sayısında; bu tablonun ne kadar sahici olduğunu, bu anlayış seviyesine nasıl gelindiğini ve İslam referanslı siyaset teorilerinin bu tablo karşısında nasıl bir noktada olduğunu dosya konusu yaptı ve şu sorulara cevap aradı:
- Günümüz siyaset anlayışında muhalefet kurumu nasıl tanımlanmıştır?
- Muhalif sesler için oluşturulan legal kanallar, bu seslerin gereği gibi çıkmasına imkan veriyor mu?
- “İslam’da muhalefet” neden “İslam’a muhalefet” gibi algılanıyor?
- Zorlama, İslam’da kabul edilmeyen bir tutum olmasına rağmen, İslam tarihinde neden hep tek merkezli, otoriter yönetimler ortaya çıkmıştır?
- Günümüz Müslümanları “İslam devleti” denince neden hep; zorlayan, dayatan bir devlet anlamaktadırlar?
- Muhalefet fikrinin, İslam düşüncesi içerisinde bir karşılığı yok mudur?
- Birbirinden farklı birçok İslam anlayışının olduğu bir ortamda, muhalefet fikri barındırmayan bir bakış açısı, Müslümanlar arasındaki bölünme ve çatışmayı körüklemez mi?
- Daha kendi aralarındaki farklı yorumlara tahammül gösteremeyen Müslümanlar; farklı kültürlerden, farklı ırklardan ve farklı renklerden oluşan geniş toplumları adil bir şekilde yönetmeyi nasıl başaracaklar?
E-dergi İslamî Yorum dergisi irtibat:
www.islamiyorum.com
'Dergâh' dergisi
Haziran 2011
Seçim önemli. Ancak Anayasa ondan çok çok önemli. Seçimin sonucu nasıl olursa olsun, Türkiye bu dönemde “Yeni ve Sivil bir Anayasa” yapmak zorundadır. Delik deşik olmuş On İki Eylül Anayasası artık bu ülkeyi taşıyamaz. “Yeni ve Sivil bir Anayasa” yapamaz isek ciddi bir ülke olma şansını kaybederiz. Anayasası olmayanın hukuku olmaz.
Bu sayıya Hasan Öztürk’ün “edebiyatın mahiyeti” konusunda kaleme aldığı önemli bir makale ile başlıyoruz.
Umut Bulut, Adem Can, Atakan Yavuz, Mustafa Burak Sezer, Emrah Gizem, Emre Polat ve Cevdet Karal bu sayının şairleri.
Hakan Arslanbenzer ile Mustafa Kara ‘derkenar’ sütunlarında yazdı.
İrem Ertuğrul ve Semra Saraç hikâyeleri ile bu sayımıza katkıda bulundular.
Prof. Dr. Orhan Okay’ın üç sayı süren yazı dizisi bu sayıda sona eriyor. Son yazının başlığı “Edebiyatın zaafı”.
İdris Ekinci edebiyatımızın önemli eleştirmenlerinden Memet Fuat’ın eleştiri anlayışına eğiliyor.
Bu sayının ‘orta sayfa sohbeti’ni şair Ercan Yılmaz ile yaptık. Yılmaz, konuşmasında kendi şiir serüvenini ve Türk şiiri hakkındaki düşüncelerini anlatıyor.
Bu sayının son yazısı geçen sayıda ilk bölümünü yayımladığımız Ercan Yıldırım’ın “Batı karşıtlığı, vatan, millet bağlamında Âkif’in İslâmcılığı”.
Uzun yazılar yirmi dört sayfalık dergimize uygun değil ama bazen “önemine binaen” yayımlamak zorunda kalıyoruz.
Daha güzel sayılarda buluşmak umuduyla.
Seçim önemli. Ancak Anayasa ondan çok çok önemli. Seçimin sonucu nasıl olursa olsun, Türkiye bu dönemde “Yeni ve Sivil bir Anayasa” yapmak zorundadır. Delik deşik olmuş On İki Eylül Anayasası artık bu ülkeyi taşıyamaz. “Yeni ve Sivil bir Anayasa” yapamaz isek ciddi bir ülke olma şansını kaybederiz. Anayasası olmayanın hukuku olmaz.
Bu sayıya Hasan Öztürk’ün “edebiyatın mahiyeti” konusunda kaleme aldığı önemli bir makale ile başlıyoruz.
Umut Bulut, Adem Can, Atakan Yavuz, Mustafa Burak Sezer, Emrah Gizem, Emre Polat ve Cevdet Karal bu sayının şairleri.
Hakan Arslanbenzer ile Mustafa Kara ‘derkenar’ sütunlarında yazdı.
İrem Ertuğrul ve Semra Saraç hikâyeleri ile bu sayımıza katkıda bulundular.
Prof. Dr. Orhan Okay’ın üç sayı süren yazı dizisi bu sayıda sona eriyor. Son yazının başlığı “Edebiyatın zaafı”.
İdris Ekinci edebiyatımızın önemli eleştirmenlerinden Memet Fuat’ın eleştiri anlayışına eğiliyor.
Bu sayının ‘orta sayfa sohbeti’ni şair Ercan Yılmaz ile yaptık. Yılmaz, konuşmasında kendi şiir serüvenini ve Türk şiiri hakkındaki düşüncelerini anlatıyor.
Bu sayının son yazısı geçen sayıda ilk bölümünü yayımladığımız Ercan Yıldırım’ın “Batı karşıtlığı, vatan, millet bağlamında Âkif’in İslâmcılığı”.
Uzun yazılar yirmi dört sayfalık dergimize uygun değil ama bazen “önemine binaen” yayımlamak zorunda kalıyoruz.
Daha güzel sayılarda buluşmak umuduyla.
Edep’in 16. sayısı çıktı
Haziran 2011
Derginin bu sayıdaki şairleri: Atıf Bedir, Nurettin Durman, Cihannur Selenga, Çağatay Telli, Mehmet Aycı, Rasim Demirtaş.
Bu sayıya yazılarıyla katılanlar: Şaban Abak, Arif Ay, Kamil Yeşil, Zeynep Aktan.
Bu sayının öykücüleri: Mehmet Selim Özban, Selçuk Azmanoğlu.
Kitap tanıtımını Halis Emre, Resimaltı yazısını Arif Ay yazdı.
Altı Çizili Satırlar’da Zeynep Okur “Necip Fazıl Kısakürek’le Bir Konuşma / Konuşan: Nuri Pakdil” başlığıyla yer aldı.
İrtibat:
edepdergisi@gmail.com
Derginin bu sayıdaki şairleri: Atıf Bedir, Nurettin Durman, Cihannur Selenga, Çağatay Telli, Mehmet Aycı, Rasim Demirtaş.
Bu sayıya yazılarıyla katılanlar: Şaban Abak, Arif Ay, Kamil Yeşil, Zeynep Aktan.
Bu sayının öykücüleri: Mehmet Selim Özban, Selçuk Azmanoğlu.
Kitap tanıtımını Halis Emre, Resimaltı yazısını Arif Ay yazdı.
Altı Çizili Satırlar’da Zeynep Okur “Necip Fazıl Kısakürek’le Bir Konuşma / Konuşan: Nuri Pakdil” başlığıyla yer aldı.
İrtibat:
edepdergisi@gmail.com
'Altınoluk' dergisi güzel yürüyüşünü sürdürüyor
1986 yılının Mart ayından beri istikrarlı yürüyüşünü sürdüren tasavvufîdergi Altınoluk yayımladığı Haziran 2011nüshasıyla 304. sayısına ulaştı. İlk çıktığı yıllarda Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümü 3. sınıf öğrencisiydim. O zamanlar dergilerin çoğu bayilerde satılıyordu. Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Altınoluk, İslâm, Sanat Olayı sürekli takip ettiğim dergilerdi. Düşünce ufkumu geliştiren bu dergileri çıkaranlara
teşekkür ediyorum. Bunlardan Türk Edebiyatı ve Altınoluk hâlâ dimdik ayaktalar. Dilerim bininci sayılarını da çıkarırlar.
Altınoluk’un bu sayısında benim bir şiirime yer verildi.Şiiri ilk yayımlanan birisi kadar sevindim. Çünkü çok değer verdiğim dergilerden biridir. Kadrosunda çok değerli yazar ve şairler yer almaktadır. Başarılarının devamını diliyorum.
Altınoluk’un bu sayısında yer alan yazarlar ve şairler şöyle:
Ahmet Taşgetiren, Münir Arıkan, Nureddin Yıldız, Rıfat Araz, Ahmet Sacid
Ekerim, Hızır İrfan Önder, Hatice Yıldız, Sebahattin Tüzün, İdris Arpat, Ali
Rıza Temel, Mahmud Kaya, Emel Okyar, Mustafa Eriş, Ali Büyükçapar,
Ayşe Tuba Bakiler, M. Sami Ramazanoğlu, Sâdık Dana, Osman Nuri Topbaş,
Abdurrahman Candan, Cemal Nar, Rabia Christina Brodbeck, Cafer Durmuş,
Adem Ergül, Neslihan Nur Türk, Mehmet Dinç, Halil İbrahim Kurucan, Salih
Zeki Meriç, Beytullah Demircioğlu ve Mehmet Dere.
Hızır İrfan Önder
İrtibat:
www.altinoluk.com
teşekkür ediyorum. Bunlardan Türk Edebiyatı ve Altınoluk hâlâ dimdik ayaktalar. Dilerim bininci sayılarını da çıkarırlar.
Altınoluk’un bu sayısında benim bir şiirime yer verildi.Şiiri ilk yayımlanan birisi kadar sevindim. Çünkü çok değer verdiğim dergilerden biridir. Kadrosunda çok değerli yazar ve şairler yer almaktadır. Başarılarının devamını diliyorum.
Altınoluk’un bu sayısında yer alan yazarlar ve şairler şöyle:
Ahmet Taşgetiren, Münir Arıkan, Nureddin Yıldız, Rıfat Araz, Ahmet Sacid
Ekerim, Hızır İrfan Önder, Hatice Yıldız, Sebahattin Tüzün, İdris Arpat, Ali
Rıza Temel, Mahmud Kaya, Emel Okyar, Mustafa Eriş, Ali Büyükçapar,
Ayşe Tuba Bakiler, M. Sami Ramazanoğlu, Sâdık Dana, Osman Nuri Topbaş,
Abdurrahman Candan, Cemal Nar, Rabia Christina Brodbeck, Cafer Durmuş,
Adem Ergül, Neslihan Nur Türk, Mehmet Dinç, Halil İbrahim Kurucan, Salih
Zeki Meriç, Beytullah Demircioğlu ve Mehmet Dere.
Hızır İrfan Önder
İrtibat:
www.altinoluk.com
'Yedi İklim' dergisinin 255.sayısı çıktı
YEDİ İKLİM, 255. SAYI, HAZİRAN 2011
Kâmil Eşfak Berki, Habil Tecimen, Yeprem Türk, Ali Karan, Abdullah İlhan, Abdülkerim Yılmaz, Mehmet Sarı, Silvan Alpoğuz, Bilal Yavuz, Onur Akar bu sayının şairleri. Abdullah İlhan ve Silvan Alpoğuz iki genç arkadaşımız, şiirlerini sadece Yedi İklim’de değerlendiriyorlar. İlhan, liseyi bitirdi, üniversite sınavına hazırlanıyor.
Cemal Şakar, Yunus Emre Özsaray, Osman Koca, Fatma Rânâ Çerçi, Emine Batar, Mustafa Oral ve Mihriban İnan Karatepe bu sayının hikâyecileri. Özsaray’ın ve Çerçi’nin hikâyeleri kitaplık çapa ulaştı. Umarız arkadaşlarımızın hikâyelerini, en yakın zamanda, iki kapak arasında yeniden okuruz. Batar da hikâyeye ısınmaya başladı.
Dergimizin, her sayı olduğu gibi bu sayısında da, Hasan Aycın’dan bir çizgi, Mustafa Cemil Efe’den bir hat, Özden Aydın’dan da bir ebru bulabileceksiniz.
Mustafa Kirenci, Ömer Faruk Turgut’u anıyor. Kirenci’nin yazısının Turgut’u bilenler için hatırlatıcı, bilmeyenler için de tanıtıcı özelliği olduğunu bildirelim. Bu yazıyla Diriliş’e gönül veren erlerin mahviyetini de okumuş olacağız. Kirenci’den bu nevi yazıların devamını bekliyoruz.
Yakup Şafak Hoca, Mevlevi şairler üzerine çalışmalarını, dikkatlerini yoğunlaştırıyor ve bunun meyvelerini devşiriyor: “Mevlevi Şairlerden Tahassür Şiirleri.”
Zafer Acar, son zamanlarda iyiden iyiye gündem olan yıllıklara değindi, değinirken eleştirilerini de sıraladı: Yıllıklarda Şiir’den Çok Şair Öne Çıkıyor.
İbrahim Alan, Ahmet Haşim ve Yerli Oryantalizm’in İzleri adını verdiği yazısında Ahmet Haşim’in sanatını ve oryantalizmin sanatındaki etkileri inceledi.
Bu ay okuyucularımıza küçük bir dosya hazırladık. Yedi İklim’in yetiştirdiği hikâyeci Mihriban İnan Karatepe bu sayının misafiri. Osman Bayraktar, hikâyeciler üzerine yazdığı yazılara Mihriban İnan’a yer verdi bu sayıda. Yedi İklim’in yetiştirdiği bir diğer kalem Selvigül Kandoğmuş Şahin, Karatepe ile söyleşti. Dosyanın son yazısı ise Karatepe’den okuyacağınız güzel bir öykü.
Mustafa Burak Sezer, Niels Hav’dan ikinci bir şiir çevirdi: “Biliyorsun.”
Dergiye hat ve hattatlar üzerine yazdığı yazılarla zenginlik katan arkadaşımız Mustafa Cemil Efe, bu sayıda bir söyleşi gerçekleştirdi. Yedi İklim’de 2011’den beri ebrularını gördüğünüz Özden Aydın Hanım ile söyleşti Efe. Özden Hanıma, Kültür Bakanlığının açtığı yarışmada ödül kazandıran ebru çalışması da dergi sayfalarında yer alıyor. Yine kapakta gördüğünüz ebru da Özden Hanım’a ait. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Recep Seyhan’ın Ausgburg Notlarını yayımlamaya devam ediyoruz. Bu sayımızda notların ikinci bölümünü okuyacaksınız.
İsmail Demirel 2010 yılı dergilerini ve dergilerde kalan öyküleri değerlendirmeye bu sayı da devam etti. Demirel, Bir Nokta, Edebiyat Ortamı, Fayrap, Karagöz ve Türk Edebiyatı dergilerini değerlendirdi, bu üçüncü bölümde.
Gelecek sayılarımızda arkadaşlarımız dergiler üzerine yoğunlaşarak dergileri değerlendirmeye alacaklar.
Hayırlı okumalar.
Bu vesileyle buradan abone kampanyamızı yeniden duyuralım. Yedi İklim’e bir yıl (12 sayı) abone olan okurlarımıza, 6 adet eski sayılarımızdan gönderilecektir. Derginin yıllık abone bedeli 75 liradır.
İÇİNDEKİLER
-Zafer Acar-Ustalar, Dergisiz de Var Olabilirler
-Kâmil Eşfak Berki-Herkül (şiir)
-Habil Tecimen-Amerikanya Kapanırken Açılan Perde (şiir)
-Yeprem Türk-Önce Dilara Sonra Bir Gün ver Elini Allah (şiir)
-Ali Karan-Modern Şiire bir Şiirsizlik Dersi Verme Zamanı (şiir)
-Hasan Aycın-Çizgi
-Abdullah İlhan-Taksim (şiir)
-Abdülkerim Yılmaz-Haydi (şiir)
-Mehmet Sarı-Hayatname (şiir)
-Silvan Alpoğuz-25 Mart 2009 Anıtı (şiir)
-Bilal Yavuz-İşsizlere Gâzel / Güneşten Balyozlar Lazım / Dipnot (şiirler)
-Onur Akar-Oteller Yolcusu / Tükenen (Bir Aceminin Tevbe Denemesi) / Samatya’dan Geçen Adamlar (şiirler)
-Mustafa Cemil Efe-Hüsn-i Hat
-Cemal Şakar-Bir Öykü Tahlili (hikâye)
-Yunus Emre Özsaray-Nokta (hikâye)
-Osman Koca-On (hikâye)
-Fatma Rânâ Çerçi-Karınca Düğünü (hikâye)
-Mustafa Oral-Yüzük (hikâye)
-Emine Batar-Bir Mektup (hikâye)
-Özden Aydın-Ebru
-Zafer Acar-Yıllıklarda Şiir’den Çok Şair Öne Çıkıyor (eleştiri-değini)
-İbrahim Alan-Ahmet Haşim ve “Yerli Oryantalizm’in İzleri (eleştiri-değini)
-Mustafa Kirenci-Gül Kokularının Peşinde... (araştırma)
-Yakup Şafak-Mevlevî Şairlerden Tahassür Şiirleri (inceleme)
-Selvigül Kandoğmuş Şahin-Mihriban İnan Karatepe ile Söyleşi (söyleşi)
-Osman Bayraktar-Mihriban İnan Karatepe’nin Öykü Dünyası (inceleme)
-Mihriban İnan Karatepe-Köpek Uçmak İstemiş (hikâye)
-Niels Hav-Biliyor musun-Türkçesi: Mustafa Burak Sezer (çeviri şiir)
-Mustafa Cemil Efe-Özden Aydın ile Söyleşi (söyleşi)
-Recep Seyhan-Augsburg Notları-II (gezi-anı)
-İsmail Demirel–2010 Yılı Dergilerinde Öykü-III (eleştiri-değini)
İrtibat:
0 216 399 19 14
0 216 352 49 77
yediiklim@yahoo.com
yediiklimeditor@yahoo.com
Kâmil Eşfak Berki, Habil Tecimen, Yeprem Türk, Ali Karan, Abdullah İlhan, Abdülkerim Yılmaz, Mehmet Sarı, Silvan Alpoğuz, Bilal Yavuz, Onur Akar bu sayının şairleri. Abdullah İlhan ve Silvan Alpoğuz iki genç arkadaşımız, şiirlerini sadece Yedi İklim’de değerlendiriyorlar. İlhan, liseyi bitirdi, üniversite sınavına hazırlanıyor.
Cemal Şakar, Yunus Emre Özsaray, Osman Koca, Fatma Rânâ Çerçi, Emine Batar, Mustafa Oral ve Mihriban İnan Karatepe bu sayının hikâyecileri. Özsaray’ın ve Çerçi’nin hikâyeleri kitaplık çapa ulaştı. Umarız arkadaşlarımızın hikâyelerini, en yakın zamanda, iki kapak arasında yeniden okuruz. Batar da hikâyeye ısınmaya başladı.
Dergimizin, her sayı olduğu gibi bu sayısında da, Hasan Aycın’dan bir çizgi, Mustafa Cemil Efe’den bir hat, Özden Aydın’dan da bir ebru bulabileceksiniz.
Mustafa Kirenci, Ömer Faruk Turgut’u anıyor. Kirenci’nin yazısının Turgut’u bilenler için hatırlatıcı, bilmeyenler için de tanıtıcı özelliği olduğunu bildirelim. Bu yazıyla Diriliş’e gönül veren erlerin mahviyetini de okumuş olacağız. Kirenci’den bu nevi yazıların devamını bekliyoruz.
Yakup Şafak Hoca, Mevlevi şairler üzerine çalışmalarını, dikkatlerini yoğunlaştırıyor ve bunun meyvelerini devşiriyor: “Mevlevi Şairlerden Tahassür Şiirleri.”
Zafer Acar, son zamanlarda iyiden iyiye gündem olan yıllıklara değindi, değinirken eleştirilerini de sıraladı: Yıllıklarda Şiir’den Çok Şair Öne Çıkıyor.
İbrahim Alan, Ahmet Haşim ve Yerli Oryantalizm’in İzleri adını verdiği yazısında Ahmet Haşim’in sanatını ve oryantalizmin sanatındaki etkileri inceledi.
Bu ay okuyucularımıza küçük bir dosya hazırladık. Yedi İklim’in yetiştirdiği hikâyeci Mihriban İnan Karatepe bu sayının misafiri. Osman Bayraktar, hikâyeciler üzerine yazdığı yazılara Mihriban İnan’a yer verdi bu sayıda. Yedi İklim’in yetiştirdiği bir diğer kalem Selvigül Kandoğmuş Şahin, Karatepe ile söyleşti. Dosyanın son yazısı ise Karatepe’den okuyacağınız güzel bir öykü.
Mustafa Burak Sezer, Niels Hav’dan ikinci bir şiir çevirdi: “Biliyorsun.”
Dergiye hat ve hattatlar üzerine yazdığı yazılarla zenginlik katan arkadaşımız Mustafa Cemil Efe, bu sayıda bir söyleşi gerçekleştirdi. Yedi İklim’de 2011’den beri ebrularını gördüğünüz Özden Aydın Hanım ile söyleşti Efe. Özden Hanıma, Kültür Bakanlığının açtığı yarışmada ödül kazandıran ebru çalışması da dergi sayfalarında yer alıyor. Yine kapakta gördüğünüz ebru da Özden Hanım’a ait. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Recep Seyhan’ın Ausgburg Notlarını yayımlamaya devam ediyoruz. Bu sayımızda notların ikinci bölümünü okuyacaksınız.
İsmail Demirel 2010 yılı dergilerini ve dergilerde kalan öyküleri değerlendirmeye bu sayı da devam etti. Demirel, Bir Nokta, Edebiyat Ortamı, Fayrap, Karagöz ve Türk Edebiyatı dergilerini değerlendirdi, bu üçüncü bölümde.
Gelecek sayılarımızda arkadaşlarımız dergiler üzerine yoğunlaşarak dergileri değerlendirmeye alacaklar.
Hayırlı okumalar.
Bu vesileyle buradan abone kampanyamızı yeniden duyuralım. Yedi İklim’e bir yıl (12 sayı) abone olan okurlarımıza, 6 adet eski sayılarımızdan gönderilecektir. Derginin yıllık abone bedeli 75 liradır.
İÇİNDEKİLER
-Zafer Acar-Ustalar, Dergisiz de Var Olabilirler
-Kâmil Eşfak Berki-Herkül (şiir)
-Habil Tecimen-Amerikanya Kapanırken Açılan Perde (şiir)
-Yeprem Türk-Önce Dilara Sonra Bir Gün ver Elini Allah (şiir)
-Ali Karan-Modern Şiire bir Şiirsizlik Dersi Verme Zamanı (şiir)
-Hasan Aycın-Çizgi
-Abdullah İlhan-Taksim (şiir)
-Abdülkerim Yılmaz-Haydi (şiir)
-Mehmet Sarı-Hayatname (şiir)
-Silvan Alpoğuz-25 Mart 2009 Anıtı (şiir)
-Bilal Yavuz-İşsizlere Gâzel / Güneşten Balyozlar Lazım / Dipnot (şiirler)
-Onur Akar-Oteller Yolcusu / Tükenen (Bir Aceminin Tevbe Denemesi) / Samatya’dan Geçen Adamlar (şiirler)
-Mustafa Cemil Efe-Hüsn-i Hat
-Cemal Şakar-Bir Öykü Tahlili (hikâye)
-Yunus Emre Özsaray-Nokta (hikâye)
-Osman Koca-On (hikâye)
-Fatma Rânâ Çerçi-Karınca Düğünü (hikâye)
-Mustafa Oral-Yüzük (hikâye)
-Emine Batar-Bir Mektup (hikâye)
-Özden Aydın-Ebru
-Zafer Acar-Yıllıklarda Şiir’den Çok Şair Öne Çıkıyor (eleştiri-değini)
-İbrahim Alan-Ahmet Haşim ve “Yerli Oryantalizm’in İzleri (eleştiri-değini)
-Mustafa Kirenci-Gül Kokularının Peşinde... (araştırma)
-Yakup Şafak-Mevlevî Şairlerden Tahassür Şiirleri (inceleme)
-Selvigül Kandoğmuş Şahin-Mihriban İnan Karatepe ile Söyleşi (söyleşi)
-Osman Bayraktar-Mihriban İnan Karatepe’nin Öykü Dünyası (inceleme)
-Mihriban İnan Karatepe-Köpek Uçmak İstemiş (hikâye)
-Niels Hav-Biliyor musun-Türkçesi: Mustafa Burak Sezer (çeviri şiir)
-Mustafa Cemil Efe-Özden Aydın ile Söyleşi (söyleşi)
-Recep Seyhan-Augsburg Notları-II (gezi-anı)
-İsmail Demirel–2010 Yılı Dergilerinde Öykü-III (eleştiri-değini)
İrtibat:
0 216 399 19 14
0 216 352 49 77
yediiklim@yahoo.com
yediiklimeditor@yahoo.com
'Bizim Külliye' külliyen 'PolitikaEdebiyat'
Yusuf Kaplan, 5 ve 6 Haziran 2011 günleri Yeni Şafak'taki köşesinde iki yazı yayımladı. Fatsa'da yayımlanan Kertenkele dergisi bağlamında, taşra dergilerindeki yükselişi (tabii 'merkez' -özellikle İstanbul- dergilerindeki düşüşleri de belirleyerek) gündeme taşıyan Yusuf Kaplan'ın şu cümleleri oldukça çarpıcıydı:
"Türkiye'nin yaşadığı metamorfoz süreci, sanatı, "merkez" olarak görülen büyük kent'ten kovdu: Yapaylığın, sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi. / Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat, hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, "şehir"den kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi kaçınılmazlaşır. /"Taşra" olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor Türkiye'de"...
Yusuf Kaplan'ın kaldığı yerden başlayarak, Anadolu'da yayınlanan ve gerçekten de problemli merkez dergilerine karşılık taşrada yüksek bir nitelik sergileyen dergilere bir kez daha dikkat çekmek istiyorum. Evet bunlar, merkezdekilerin ekipçi, kulüpçü, seçkinci, dahası yer yer çeteci özellikler gösteren dergilerinin aksine, yazar kadrosu bakımından geniş katılımlıdır. Böyle olunca, tek seslilikten ziyade çok sesliliğe yatkın bir manzara çıkıyor bu dergilerde karşımıza. Üstelik bu çoksesliliği oluşturanlar arasına, merkezin daima ön plana çıkararak pışpışladığı popüler isimler zaman zaman girebilse de, asıl kadroyu işini gösterişten uzak, fakat sağlam yapanlar oluşturuyor. Sonuçta, içerik bakımından dopdolu bir dergi gelip konuyor okuyucunun huzuruna...
2009 Mart'ında dunyabizim.com'da Mustafa Oğuz'a verdiği bir mülakatta "Türkiye'de takip edemediğim için eksikliğini hissettiğim dergi yok ne yazık ki" diyen, dahası "Türkiye'de 25 yıldır henüz heyecan üretecek, çığır açacak dergi çıkarılamadı. Türkiye, dergi çöplüğünü andırıyor... Zaman zaman, bu tür bir dergi çıkarmak için kolları sıvıyorum; ama Türkiye'de bana destek olacak bir çılgın adam çıkmadı hâlâ... Böyle giderse, pek de çıkacak gibi gözükmüyor..." cümleleriyle iddiasını ciddi bir konuma taşıyan Yusuf Kaplan'ın, Kertentele'den yola çıkarak taşrayı işaret etmesi oldukça önemlidir. Bu noktada bize düşen, taşrada başka hangi dergiler benzer bir teveccühü hak ediyor sorusunu sormak olacaktır.
Ben bu sorunun cevabı olarak Bizim Külliye (Elazığ), Nida (Malatya), Tasfiye (Tokat), Değirmen (Sakarya) gibi dergileri sayacağım. Bu sayımdan sonra, içlerinden birisine, Bizim Külliye dergisine dair bir sunum yapacağım:
Bizim Külliye bir "üç aylık kültür sanat dergisi"dir. Elazığ'da "İzzetpaşa Vakfı Adına" yayınlanmaktadır. Nazım Payam'ın yönetiminde çıkmakta olan Bizim Külliye'nin hemen her bir sayısını 'özel' bir konuya hasretmektedir. Sözgelimi son üç sayıdan ikisi "edebiyat-felsefe" dosyası olarak takdim edilirken, sonuncusu "politika-edebiyat" ilişkisi bağlamında yayınlanmıştır.
Bizim Külliye'nin dikkat çekici bu donanımını izah etmek için Haziran-Temmuz-Ağustos aylarını kapsayan 48. sayısının içeriğine göz atmak yeterli olacaktır.
Nazım Payam'ın "Politikacı mı, Sanatçı mı?" başlıklı yazısıyla açılan "Politika-Edebiyat" dosyasındaki yazarları ve yazı başlıklarını şöyle sıralayabiliriz: Vefa Taşdelen "Hayat, Siyaset ve Edebiyat İlişkileri", Milay Köktürk "Siyasal Dünyanın Edebî Ruhla Terbiyesi", Nâmık Açıkgöz "Edebiyata Politika Bulaştırmak", İsmet Emre "Mazide Dost Atide düşman Kardeşler: Edebiyat ve Siyaset", Mustafa Miyasoğlu "Siyaset ve Edebiyat", İsmail Çetişli "Tanzimat Sonrasında Sanatkârın Politik Arenadaki Yeri", Cihan Okuyucu "Divan Şiirinin Sarayla İrtibatı", Mustafa Özçelik "Edebiyat ve Politika", Yahya Akengin "Ne İçindedir Edebiyat Siyasetin Ne de Büsbütün Dışında", A. Vahap Akbaş "Susukun Muhalif (Mehmet Âkif), M. Naci Onur "Nüzhet Dede - Sanat ve Politika", Salih Uçak "Bâkî'nin Poetik ve Politik Kaygısı Üzerine Bir Deneme", Süleyman Doğan "Nizami Gencevi'nin Eserlerinde İdeal Devlet ve Devlet Başkanı", Şükrü Kacar "Edebiyat ve Politika", Özgür Kasım Aydemir "Söylem ve İktidar"...
Bunların dışında Reha Çamuroğlu'yla "Politika ve Edebiyat Üzerine" ve Nazım Hikmet Polat ile "Edebiyat ve Siyaset" üzerine yapılmış mülakatlar da Bizim Külliye'den okunabilir...
Siz sormadan ben söyleyeyim, Bizim Külliye'nin "Politika-Edebiyat" dosyasındaki yazıları okumaya devam ediyorum. Derginin 44. sayfasında, İsmail Çetişli'nin yazısının ortalarındayım. Bu ay, Tasfiye Dergisi'nin Metin Önal Mengüşoğlu özel sayısının tamamını okuduktan sonra, ikinci bir dergi olarak Bizim Külliye'nin bütün yazılarını okumaya niyetliyim. Halihazırda içinde bulunduğum okuma sürecinde kimi 'ayrıksı/hassas' düşünceleri kendi içimde müzakere ediyorum. Devamında gerekli olursa, ilgili kamuoyu ile bunları paylaşacağım kuşkusuz...
Ama önce kamuoyunun da Bizim Külliye'nin bu sayısındaki yazılarla içli dışlı olması gerekiyor, değil mi? İşte meraklısı için, derginin iletişim bilgileri: bkulliye@yahoo.com; Tel: 0424 233 55 13.
Cevat Akkanat
Kaynak:
Milli Gazete
16 Haziran2011
"Türkiye'nin yaşadığı metamorfoz süreci, sanatı, "merkez" olarak görülen büyük kent'ten kovdu: Yapaylığın, sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi. / Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat, hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, "şehir"den kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi kaçınılmazlaşır. /"Taşra" olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor Türkiye'de"...
Yusuf Kaplan'ın kaldığı yerden başlayarak, Anadolu'da yayınlanan ve gerçekten de problemli merkez dergilerine karşılık taşrada yüksek bir nitelik sergileyen dergilere bir kez daha dikkat çekmek istiyorum. Evet bunlar, merkezdekilerin ekipçi, kulüpçü, seçkinci, dahası yer yer çeteci özellikler gösteren dergilerinin aksine, yazar kadrosu bakımından geniş katılımlıdır. Böyle olunca, tek seslilikten ziyade çok sesliliğe yatkın bir manzara çıkıyor bu dergilerde karşımıza. Üstelik bu çoksesliliği oluşturanlar arasına, merkezin daima ön plana çıkararak pışpışladığı popüler isimler zaman zaman girebilse de, asıl kadroyu işini gösterişten uzak, fakat sağlam yapanlar oluşturuyor. Sonuçta, içerik bakımından dopdolu bir dergi gelip konuyor okuyucunun huzuruna...
2009 Mart'ında dunyabizim.com'da Mustafa Oğuz'a verdiği bir mülakatta "Türkiye'de takip edemediğim için eksikliğini hissettiğim dergi yok ne yazık ki" diyen, dahası "Türkiye'de 25 yıldır henüz heyecan üretecek, çığır açacak dergi çıkarılamadı. Türkiye, dergi çöplüğünü andırıyor... Zaman zaman, bu tür bir dergi çıkarmak için kolları sıvıyorum; ama Türkiye'de bana destek olacak bir çılgın adam çıkmadı hâlâ... Böyle giderse, pek de çıkacak gibi gözükmüyor..." cümleleriyle iddiasını ciddi bir konuma taşıyan Yusuf Kaplan'ın, Kertentele'den yola çıkarak taşrayı işaret etmesi oldukça önemlidir. Bu noktada bize düşen, taşrada başka hangi dergiler benzer bir teveccühü hak ediyor sorusunu sormak olacaktır.
Ben bu sorunun cevabı olarak Bizim Külliye (Elazığ), Nida (Malatya), Tasfiye (Tokat), Değirmen (Sakarya) gibi dergileri sayacağım. Bu sayımdan sonra, içlerinden birisine, Bizim Külliye dergisine dair bir sunum yapacağım:
Bizim Külliye bir "üç aylık kültür sanat dergisi"dir. Elazığ'da "İzzetpaşa Vakfı Adına" yayınlanmaktadır. Nazım Payam'ın yönetiminde çıkmakta olan Bizim Külliye'nin hemen her bir sayısını 'özel' bir konuya hasretmektedir. Sözgelimi son üç sayıdan ikisi "edebiyat-felsefe" dosyası olarak takdim edilirken, sonuncusu "politika-edebiyat" ilişkisi bağlamında yayınlanmıştır.
Bizim Külliye'nin dikkat çekici bu donanımını izah etmek için Haziran-Temmuz-Ağustos aylarını kapsayan 48. sayısının içeriğine göz atmak yeterli olacaktır.
Nazım Payam'ın "Politikacı mı, Sanatçı mı?" başlıklı yazısıyla açılan "Politika-Edebiyat" dosyasındaki yazarları ve yazı başlıklarını şöyle sıralayabiliriz: Vefa Taşdelen "Hayat, Siyaset ve Edebiyat İlişkileri", Milay Köktürk "Siyasal Dünyanın Edebî Ruhla Terbiyesi", Nâmık Açıkgöz "Edebiyata Politika Bulaştırmak", İsmet Emre "Mazide Dost Atide düşman Kardeşler: Edebiyat ve Siyaset", Mustafa Miyasoğlu "Siyaset ve Edebiyat", İsmail Çetişli "Tanzimat Sonrasında Sanatkârın Politik Arenadaki Yeri", Cihan Okuyucu "Divan Şiirinin Sarayla İrtibatı", Mustafa Özçelik "Edebiyat ve Politika", Yahya Akengin "Ne İçindedir Edebiyat Siyasetin Ne de Büsbütün Dışında", A. Vahap Akbaş "Susukun Muhalif (Mehmet Âkif), M. Naci Onur "Nüzhet Dede - Sanat ve Politika", Salih Uçak "Bâkî'nin Poetik ve Politik Kaygısı Üzerine Bir Deneme", Süleyman Doğan "Nizami Gencevi'nin Eserlerinde İdeal Devlet ve Devlet Başkanı", Şükrü Kacar "Edebiyat ve Politika", Özgür Kasım Aydemir "Söylem ve İktidar"...
Bunların dışında Reha Çamuroğlu'yla "Politika ve Edebiyat Üzerine" ve Nazım Hikmet Polat ile "Edebiyat ve Siyaset" üzerine yapılmış mülakatlar da Bizim Külliye'den okunabilir...
Siz sormadan ben söyleyeyim, Bizim Külliye'nin "Politika-Edebiyat" dosyasındaki yazıları okumaya devam ediyorum. Derginin 44. sayfasında, İsmail Çetişli'nin yazısının ortalarındayım. Bu ay, Tasfiye Dergisi'nin Metin Önal Mengüşoğlu özel sayısının tamamını okuduktan sonra, ikinci bir dergi olarak Bizim Külliye'nin bütün yazılarını okumaya niyetliyim. Halihazırda içinde bulunduğum okuma sürecinde kimi 'ayrıksı/hassas' düşünceleri kendi içimde müzakere ediyorum. Devamında gerekli olursa, ilgili kamuoyu ile bunları paylaşacağım kuşkusuz...
Ama önce kamuoyunun da Bizim Külliye'nin bu sayısındaki yazılarla içli dışlı olması gerekiyor, değil mi? İşte meraklısı için, derginin iletişim bilgileri: bkulliye@yahoo.com; Tel: 0424 233 55 13.
Cevat Akkanat
Kaynak:
Milli Gazete
16 Haziran2011
2011-06-07
Taşra neresi, merkez nereye düşer, Kertenkele nerededir?
Bir şehre gittiğimde, özellikle de yabancı ülkelerde bir şehre düşmüşse yolum, şehrin beni bana getirmesini isterim: Bilirim ki, gittiğim şehirde kendimde değilimdir: Gittiğim şehirde kendimde olabilmem, şehrin bende olabilmesi, bende varolabilmesi, "bana" gelebilmesiyle sözkonusu olabilir.
Peki, şehir "bana" nasıl gelir? Kendisi olarak geldiğinde elbette. Şehrin kendisi olarak gelebilmesi, dış yüzüyle, yapılarıyla, binalarıyla, sokaklarıyla görünmesinden önce, iç yüzüyle, iç yapılarıyla, iç dünyalarıyla, kısacası ruhuyla, özüyle, özsuyuyla gelebilmesi, kendini bana açabilmesi sözkonusu olduğu zaman imkân dâhiline girer.
Şehrin dışından önce, içini, ruhunu görebildiğim zaman, şehri keşfedebilirim; şehri keşfetmem demek, aynı zamanda kendi/mi keşif yolculuğundan bir mesafe katetmem demektir.
* * *
Bir şehre gittiğimde, ilk girdiğim yer, şehrin içini, özünü, ruhunu ele verecek kitapçılar/ı/dır: Kitapçıları olmayan şehrin henüz olmamış, olamamış, varolmamış olduğuna hükmederim.
Kitapçılarda ilk uğrağım, elbette ki, dergilerin yer aldığı bölümlerdir: Dergisi, dergileri varsa bir şehrin, o şehir konuşuyor demektir: Dergisiz şehir, ölüdür benim için; yaşamıyor demektir; bana engin bir nefes, derin bir ruh üfleyemeyecek demektir. Söyleyeceği sözü de, sözü söyleyecek özlü sözlü öncüleri de yok demektir.
Size de tavsiye ederim: Dünyanın neresine giderseniz gidin, Fizan'a bile gitseniz, önce ister o şehri anlatan, isterse o şehrin "söz" ve "öz" ustalarının anlatılarını anlattıkları dergilerini bulun. İşte o zaman, o şehri şah damarından yakalayacağınızdan emin olabilirsiniz.
Her şehir, bir "dünya"dır çünkü. Ama şehir bitti dünyada: Şehirler, mezarlıkları andırıyor artık. Şehir çekilip gitti hayatımızdan: O yüzden şehrin çekip giden, çekilen, içine dönen ruhunu, özünü ve sözünü keşfedebildiğiniz zaman, bir şehri gerçek anlamda gördüğünüzü, yalnızca gördüklerinize, görünenlere bakmakla yetinmeyip, şehrin gizlediği hazinelerini görmeye, şehri özüyle keşfetmeye başladığınızı, şehri görünür-görünmez boyutlarıyla fark etmeye, fethetmeye başladığınızı söyleyebiliriz.
* * *
Şehri öldüren bir dünyada şehrin dirilmesi, diriltilebilmesi, biraz şehre gelenin şehri kendine getirebilmesiyle mümkündür: Şehri kendine ve bana getirecek kaynak, şehrin özsuları, pınarları demek olan dergilerle buluşmakla gerçekleşir.
Şehrin dergisi varsa, dünyası da, dünyaya söyleyeceği sözü de var demektir.
İşte Ünye, böyle bir şehir: Ünye'nin bir dergisi var çünkü: Kertenkele. İlk bakışta, Kertenkele'nin Ünye'ye birkaç gömlek fazla geldiğini düşünebilirsiniz, eğer meseleye o bildik, yanılsatıcı "merkez" - "taşra" algısıyla bakarsanız.
Türkiye'de, tıpkı "sağ", "sol" kavramları gibi, "merkez", "taşra" kavramları da -"güç" kavramı üzerinden tanımlandığı için- son derece yanlış, hatta zıt anlamlarda kullanılıyor.
Oysa merkez-çevre kavramlaştırmasını ilk kez geliştiren Edward Shills, bir toplumun özünü, ruhunu, ruh-köklerini ifade eden değerler sistemini "merkez" olarak tarif etmişti. Şerif Mardin, bu kavramlaştırmayı Shills'ten ödünç aldı, tepe taklak ederek Türkiye'ye uyarladı: O gün bugündür, bu yanlışlık sorgulanmadan tekrarlanıyor: Gücü ellerinde bulunduran küçük azınlık "merkez"; halk / toplum da "çevre" / "taşra" olarak görülüyor Türkiye'de!
* * *
Bir merkez olarak görülen İstanbul'da, bir de çevre / taşra olarak görülen Anadolu'da -sözgelişi Ünye'de- yayımlanan dergilere bakın, bize "merkez" olarak sunulan "yer"in, "Batılı merkez"in taşrası olduğunu, yersiz yurtsuzluğun yersizliği olduğunu; "taşra" olarak sunulan yer'in ise, aslında merkez'i -dolayısıyla bu ülkenin değerlerini, ruh-köklerini, özsuyunu- daha çok temsil ettiğini görmekte zorlanmazsınız.
İşte Ünye'de yayımlanan Kertenkele, böyle bir dergi. Anadolu'nun şehirlerinde yayımlanan dergiler, bu ülkenin merkez'ine ve merkez'inden yolculuk yapan dergilerdir aslında.
İstanbul'da yayımlanan -sözgelişi- edebiyat dergileri, sahicilikten, ülkenin ve dünyanın gerçek edebiyat, sanat ve düşünce meselelerine derinlemesine nüfûz edebilmekten uzak; albenili ama yapay; teknik imkânları fazla ama söyleyecek sözü olmayan dergilerdir. Şimdiye kadar bu dergilerin, bu ülkenin temel varoluş, sanat, estetik ve düşünce sorunlarına ilişkin -genelde- dişe dokunur bir şey söyleyebildiklerini gördünüz mü siz? Yapay sorunlar, ithal gündemler, sahte, banal ve bayağı bayan işler'le bu mümkün mü?
Şehirlerin öldüğü, zaman-mekân mesafesinin ortadan kalktığı bir zaman diliminde, önümüzdeki süreçte, şehirleşme süreci belli bir kıvama erdikçe, daha sahici, daha otantik, daha varoluşsal ve hakikat eksenli perspektiflerin öne çıktığı / çıkacağı sözümona "taşra" dergilerinin asıl sözü, özlü sözü söyleyeceğini düşünüyorum.
Kertenkele, böyle bir dergi. Kertenkele'nin durduğu yeri ve yaptığı şeyi konuşacak yerim kalmadı. Yarına artık...
---0---
Şiir olmadan, insan da, düşünce de varolamaz
Ünye'de yayımlanan "edebiyat ve düşünce dergisi" Kertenkele üzerinden şehrin ve hayatın, insanın ve hakikatin izini sürmeye başlamıştım.
Şunu diyordum: Türkiye'nin yaşadığı metamorfoz süreci, sanatı, "merkez" olarak görülen büyük kent'ten kovdu: Yapaylığın, sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi.
Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat, hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, "şehir"den kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi kaçınılmazlaşır.
"Taşra" olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor Türkiye'de: Kertenkele, hakikatin, mayasının karıldığı, özenle yeşertildiği, yemiş vermeye durdurulduğu sahici, hakîkî, samîmî bir ruhun her sayfasına nüfûz ettiğini gördüğümüz bir ışık, Anadolu'dan yayılan bir ruh huzmesi.
Derginin son (Haziran-Ağustos) sayısında, "içsöz" olarak adlandırılan "editoryal"de, enfes bir şiir manifestosu var: Modern Türk şiirinin folklor üzerinden serencamını dört sayfada özenle tartışan bir ufuk-metin. Bu özgün metin bir hayli kışkırttı beni...
* * *
Şiirsiz düşünce olmaz: Şiirin olmadığı yerde, düşünce de yoktur, hayat da.
Hegel, -Batı'da- şiirin bittiğinden sözederken, ruhunda ne tür fırtınalar esiyordu, bilmiyoruz... (Ruhunda gerçekten fırtınalar esiyor muydu Hegel'in, o da bir bahs-i diğer elbette.).
Gerçek, aslında Hegel'in tasvir ettiğinden daha başka, bambaşka bir "yerdeydi": Şiir, Batı'da, tam da Hegel'in bittiğini söylediği "aralık"ta, "a'raf"ta varolmaya başlamıştı: Romantiklerden önce Batı'da -Blake'i filan dışta bırakacak olursak- şiir var mıydı, gerçekten?
Heidegger'in düşünceyi üreten değil, öldüren bir "araç" olarak nitelediği akıl, Batı'da Romantiklerle birlikte Batılı sanatçıları "akılalmaz" yolculuklara çıkmaya hüküm giydirmişti: Aydınlanma çağının bir yüzyıl içinde kıyasıya eleştirilmeye başlanmasından sonradır ki, Batı'da karşı-Aydınlanma çağının habercileri ve öncüleri Romantikler, Batı'da da şiir yazılabileceğini gösterdiler.
* * *
Şiirin bu aralık'taki işlevi, modernliğin aklı dondurması ve hayatı kaskatı pozitivizmin prangalarına mahkûm ederek söndürmesi sürecinde, insana hayatı ve hakikati/ni hatırlatmaktı: Modernlik, tastamam bir ruhsuzlaşma biçimi üretiyordu: Hayatı yok ediyordu; insanı yok ediyordu; hakikati yok ediyordu: varlığa ve ruha kastetmişti her şeyden önce, bundan daha kötü bir şey olabilir miydi, insanın başına gelebilecek?
O yüzden müzikten romana, tiyatrodan şiire, resimden sinemaya kadar sanatın bütün türlerinde, modernliğin vaatlerini gerçekleştirememesine karşı başlatılan modernizm, Batılı insanın eşiğine sürüklendiği ve bütün dünyayı da beraberinde sürüklediği varoluşsal felâketi haber veren bir başkaldırı hareketi olarak Romantiklerden bayrağı devralmıştı.
Batı'da düşünceyi bitiren şey, şiirin varolma imkânlarının varol/a/mamasıydı: Şiirin en büyük düşmanı elbette ki, modernliğin bizatihî kendisiydi: O yüzden Batı'da bütün büyük şairler, modernliğin içinden geldikleri için değil, modernliğe karşı bir yerde durdukları için şiir yazabilmişlerdi. Goethe'den Rilke'ye, Wordsworth'tan Coleridge'e, Valery'den Prevert'e kadar...
Batı'da şiir, modernliğe karşı varolabilmişti: Modernliğin "hayatı cehenneme çevirdiğini" haykırabildikleri bir yerde durabildikleri zaman şiir yazabiliyorlardı modernliğin isyankâr çocukları.
Şiir, negativite üzerine kurulmuştu Batı'da. Burada/n insanı kavrayan, kanatlandıran, insana ve hayata ruh üfleyen bir şiir çıkabilmesi zordu: Romantiklerden sonra Batı'da bir daha şiir yazılamadı o yüzden.
Aydınlanmacı aklın epistemolojik iyimserliğinin, bir yüzyıl geçmeden ontolojik kötümserliğe dönüşüvermesi, insanı da, hayatı da yok eden bir varoluşsal katastrofun eşiğine getirip bırakmıştı Batılı insanı.
Modernlik, ruhu öldürmüştü: Romantiklerin şiir yazabilmesini mümkün kılan yer, işte bu yersizlik yurtsuzluk, ontolojik evsizlik hâliydi: Şiir, insanın varoluş ve yokoluş serüvenleri yaşadığı zamanların çocuğu olarak doğar/dı zira. Yokoluş zamanlarında, kendisi de yokolmaktan kurtulamaz sonunda: İşlevini yerine getirir ve yerine çekilir yeniden. Çünkü varedici, hayat bahşedici, hayata ruh üfleyici bir vasatın çocuğu olmadığı için bu şiir / negativite şiiri, bizzat kendisi de kısa bir süre sonra sırra kadem basmaktan kurtulamaz.
Varedici şiir, şiiri de, hayatı da her dâim yeniler; insana da, hayata da taptaze bir ruh üfler.
* * *
Hegel, şiirin bittiğinden sözederken, hayatın, dolayısıyla düşüncenin bittiğini söylemek istiyordu belki de. İşte tam bu noktada, bu yokoluş mevsiminde, Batı uygarlığının belki de en büyük şairi Nietzsche, yokoluşa, her şeyi yok eden, çözen, bitiren dekadansla dans vaziyetlerine dikkat çekebilecek bir yerde durduğu için öne çıkmış, insanlığın varoluş ve hakikat sorunlarını iliklerine kadar ruhunda hisseden bir düşünür olarak gelmekte olan felâketi olanca gür sesiyle haykırarak haber vermişti.
Kertenkele'nin "içsöz"ünün yazarının da ima ettiği gibi, modern Türk şiiri, insanı ve hayatı vareden, bize ruh bahşeden asil şiirimizi, hakikatin şiirini öldüren, düşünceyle bağlarımızı koparan bir ağ işevi görüyordu da bizim haberimiz mi yoktu yoksa?
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak
5-6 Haziran 2011
Peki, şehir "bana" nasıl gelir? Kendisi olarak geldiğinde elbette. Şehrin kendisi olarak gelebilmesi, dış yüzüyle, yapılarıyla, binalarıyla, sokaklarıyla görünmesinden önce, iç yüzüyle, iç yapılarıyla, iç dünyalarıyla, kısacası ruhuyla, özüyle, özsuyuyla gelebilmesi, kendini bana açabilmesi sözkonusu olduğu zaman imkân dâhiline girer.
Şehrin dışından önce, içini, ruhunu görebildiğim zaman, şehri keşfedebilirim; şehri keşfetmem demek, aynı zamanda kendi/mi keşif yolculuğundan bir mesafe katetmem demektir.
* * *
Bir şehre gittiğimde, ilk girdiğim yer, şehrin içini, özünü, ruhunu ele verecek kitapçılar/ı/dır: Kitapçıları olmayan şehrin henüz olmamış, olamamış, varolmamış olduğuna hükmederim.
Kitapçılarda ilk uğrağım, elbette ki, dergilerin yer aldığı bölümlerdir: Dergisi, dergileri varsa bir şehrin, o şehir konuşuyor demektir: Dergisiz şehir, ölüdür benim için; yaşamıyor demektir; bana engin bir nefes, derin bir ruh üfleyemeyecek demektir. Söyleyeceği sözü de, sözü söyleyecek özlü sözlü öncüleri de yok demektir.
Size de tavsiye ederim: Dünyanın neresine giderseniz gidin, Fizan'a bile gitseniz, önce ister o şehri anlatan, isterse o şehrin "söz" ve "öz" ustalarının anlatılarını anlattıkları dergilerini bulun. İşte o zaman, o şehri şah damarından yakalayacağınızdan emin olabilirsiniz.
Her şehir, bir "dünya"dır çünkü. Ama şehir bitti dünyada: Şehirler, mezarlıkları andırıyor artık. Şehir çekilip gitti hayatımızdan: O yüzden şehrin çekip giden, çekilen, içine dönen ruhunu, özünü ve sözünü keşfedebildiğiniz zaman, bir şehri gerçek anlamda gördüğünüzü, yalnızca gördüklerinize, görünenlere bakmakla yetinmeyip, şehrin gizlediği hazinelerini görmeye, şehri özüyle keşfetmeye başladığınızı, şehri görünür-görünmez boyutlarıyla fark etmeye, fethetmeye başladığınızı söyleyebiliriz.
* * *
Şehri öldüren bir dünyada şehrin dirilmesi, diriltilebilmesi, biraz şehre gelenin şehri kendine getirebilmesiyle mümkündür: Şehri kendine ve bana getirecek kaynak, şehrin özsuları, pınarları demek olan dergilerle buluşmakla gerçekleşir.
Şehrin dergisi varsa, dünyası da, dünyaya söyleyeceği sözü de var demektir.
İşte Ünye, böyle bir şehir: Ünye'nin bir dergisi var çünkü: Kertenkele. İlk bakışta, Kertenkele'nin Ünye'ye birkaç gömlek fazla geldiğini düşünebilirsiniz, eğer meseleye o bildik, yanılsatıcı "merkez" - "taşra" algısıyla bakarsanız.
Türkiye'de, tıpkı "sağ", "sol" kavramları gibi, "merkez", "taşra" kavramları da -"güç" kavramı üzerinden tanımlandığı için- son derece yanlış, hatta zıt anlamlarda kullanılıyor.
Oysa merkez-çevre kavramlaştırmasını ilk kez geliştiren Edward Shills, bir toplumun özünü, ruhunu, ruh-köklerini ifade eden değerler sistemini "merkez" olarak tarif etmişti. Şerif Mardin, bu kavramlaştırmayı Shills'ten ödünç aldı, tepe taklak ederek Türkiye'ye uyarladı: O gün bugündür, bu yanlışlık sorgulanmadan tekrarlanıyor: Gücü ellerinde bulunduran küçük azınlık "merkez"; halk / toplum da "çevre" / "taşra" olarak görülüyor Türkiye'de!
* * *
Bir merkez olarak görülen İstanbul'da, bir de çevre / taşra olarak görülen Anadolu'da -sözgelişi Ünye'de- yayımlanan dergilere bakın, bize "merkez" olarak sunulan "yer"in, "Batılı merkez"in taşrası olduğunu, yersiz yurtsuzluğun yersizliği olduğunu; "taşra" olarak sunulan yer'in ise, aslında merkez'i -dolayısıyla bu ülkenin değerlerini, ruh-köklerini, özsuyunu- daha çok temsil ettiğini görmekte zorlanmazsınız.
İşte Ünye'de yayımlanan Kertenkele, böyle bir dergi. Anadolu'nun şehirlerinde yayımlanan dergiler, bu ülkenin merkez'ine ve merkez'inden yolculuk yapan dergilerdir aslında.
İstanbul'da yayımlanan -sözgelişi- edebiyat dergileri, sahicilikten, ülkenin ve dünyanın gerçek edebiyat, sanat ve düşünce meselelerine derinlemesine nüfûz edebilmekten uzak; albenili ama yapay; teknik imkânları fazla ama söyleyecek sözü olmayan dergilerdir. Şimdiye kadar bu dergilerin, bu ülkenin temel varoluş, sanat, estetik ve düşünce sorunlarına ilişkin -genelde- dişe dokunur bir şey söyleyebildiklerini gördünüz mü siz? Yapay sorunlar, ithal gündemler, sahte, banal ve bayağı bayan işler'le bu mümkün mü?
Şehirlerin öldüğü, zaman-mekân mesafesinin ortadan kalktığı bir zaman diliminde, önümüzdeki süreçte, şehirleşme süreci belli bir kıvama erdikçe, daha sahici, daha otantik, daha varoluşsal ve hakikat eksenli perspektiflerin öne çıktığı / çıkacağı sözümona "taşra" dergilerinin asıl sözü, özlü sözü söyleyeceğini düşünüyorum.
Kertenkele, böyle bir dergi. Kertenkele'nin durduğu yeri ve yaptığı şeyi konuşacak yerim kalmadı. Yarına artık...
---0---
Şiir olmadan, insan da, düşünce de varolamaz
Ünye'de yayımlanan "edebiyat ve düşünce dergisi" Kertenkele üzerinden şehrin ve hayatın, insanın ve hakikatin izini sürmeye başlamıştım.
Şunu diyordum: Türkiye'nin yaşadığı metamorfoz süreci, sanatı, "merkez" olarak görülen büyük kent'ten kovdu: Yapaylığın, sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi.
Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat, hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, "şehir"den kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi kaçınılmazlaşır.
"Taşra" olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor Türkiye'de: Kertenkele, hakikatin, mayasının karıldığı, özenle yeşertildiği, yemiş vermeye durdurulduğu sahici, hakîkî, samîmî bir ruhun her sayfasına nüfûz ettiğini gördüğümüz bir ışık, Anadolu'dan yayılan bir ruh huzmesi.
Derginin son (Haziran-Ağustos) sayısında, "içsöz" olarak adlandırılan "editoryal"de, enfes bir şiir manifestosu var: Modern Türk şiirinin folklor üzerinden serencamını dört sayfada özenle tartışan bir ufuk-metin. Bu özgün metin bir hayli kışkırttı beni...
* * *
Şiirsiz düşünce olmaz: Şiirin olmadığı yerde, düşünce de yoktur, hayat da.
Hegel, -Batı'da- şiirin bittiğinden sözederken, ruhunda ne tür fırtınalar esiyordu, bilmiyoruz... (Ruhunda gerçekten fırtınalar esiyor muydu Hegel'in, o da bir bahs-i diğer elbette.).
Gerçek, aslında Hegel'in tasvir ettiğinden daha başka, bambaşka bir "yerdeydi": Şiir, Batı'da, tam da Hegel'in bittiğini söylediği "aralık"ta, "a'raf"ta varolmaya başlamıştı: Romantiklerden önce Batı'da -Blake'i filan dışta bırakacak olursak- şiir var mıydı, gerçekten?
Heidegger'in düşünceyi üreten değil, öldüren bir "araç" olarak nitelediği akıl, Batı'da Romantiklerle birlikte Batılı sanatçıları "akılalmaz" yolculuklara çıkmaya hüküm giydirmişti: Aydınlanma çağının bir yüzyıl içinde kıyasıya eleştirilmeye başlanmasından sonradır ki, Batı'da karşı-Aydınlanma çağının habercileri ve öncüleri Romantikler, Batı'da da şiir yazılabileceğini gösterdiler.
* * *
Şiirin bu aralık'taki işlevi, modernliğin aklı dondurması ve hayatı kaskatı pozitivizmin prangalarına mahkûm ederek söndürmesi sürecinde, insana hayatı ve hakikati/ni hatırlatmaktı: Modernlik, tastamam bir ruhsuzlaşma biçimi üretiyordu: Hayatı yok ediyordu; insanı yok ediyordu; hakikati yok ediyordu: varlığa ve ruha kastetmişti her şeyden önce, bundan daha kötü bir şey olabilir miydi, insanın başına gelebilecek?
O yüzden müzikten romana, tiyatrodan şiire, resimden sinemaya kadar sanatın bütün türlerinde, modernliğin vaatlerini gerçekleştirememesine karşı başlatılan modernizm, Batılı insanın eşiğine sürüklendiği ve bütün dünyayı da beraberinde sürüklediği varoluşsal felâketi haber veren bir başkaldırı hareketi olarak Romantiklerden bayrağı devralmıştı.
Batı'da düşünceyi bitiren şey, şiirin varolma imkânlarının varol/a/mamasıydı: Şiirin en büyük düşmanı elbette ki, modernliğin bizatihî kendisiydi: O yüzden Batı'da bütün büyük şairler, modernliğin içinden geldikleri için değil, modernliğe karşı bir yerde durdukları için şiir yazabilmişlerdi. Goethe'den Rilke'ye, Wordsworth'tan Coleridge'e, Valery'den Prevert'e kadar...
Batı'da şiir, modernliğe karşı varolabilmişti: Modernliğin "hayatı cehenneme çevirdiğini" haykırabildikleri bir yerde durabildikleri zaman şiir yazabiliyorlardı modernliğin isyankâr çocukları.
Şiir, negativite üzerine kurulmuştu Batı'da. Burada/n insanı kavrayan, kanatlandıran, insana ve hayata ruh üfleyen bir şiir çıkabilmesi zordu: Romantiklerden sonra Batı'da bir daha şiir yazılamadı o yüzden.
Aydınlanmacı aklın epistemolojik iyimserliğinin, bir yüzyıl geçmeden ontolojik kötümserliğe dönüşüvermesi, insanı da, hayatı da yok eden bir varoluşsal katastrofun eşiğine getirip bırakmıştı Batılı insanı.
Modernlik, ruhu öldürmüştü: Romantiklerin şiir yazabilmesini mümkün kılan yer, işte bu yersizlik yurtsuzluk, ontolojik evsizlik hâliydi: Şiir, insanın varoluş ve yokoluş serüvenleri yaşadığı zamanların çocuğu olarak doğar/dı zira. Yokoluş zamanlarında, kendisi de yokolmaktan kurtulamaz sonunda: İşlevini yerine getirir ve yerine çekilir yeniden. Çünkü varedici, hayat bahşedici, hayata ruh üfleyici bir vasatın çocuğu olmadığı için bu şiir / negativite şiiri, bizzat kendisi de kısa bir süre sonra sırra kadem basmaktan kurtulamaz.
Varedici şiir, şiiri de, hayatı da her dâim yeniler; insana da, hayata da taptaze bir ruh üfler.
* * *
Hegel, şiirin bittiğinden sözederken, hayatın, dolayısıyla düşüncenin bittiğini söylemek istiyordu belki de. İşte tam bu noktada, bu yokoluş mevsiminde, Batı uygarlığının belki de en büyük şairi Nietzsche, yokoluşa, her şeyi yok eden, çözen, bitiren dekadansla dans vaziyetlerine dikkat çekebilecek bir yerde durduğu için öne çıkmış, insanlığın varoluş ve hakikat sorunlarını iliklerine kadar ruhunda hisseden bir düşünür olarak gelmekte olan felâketi olanca gür sesiyle haykırarak haber vermişti.
Kertenkele'nin "içsöz"ünün yazarının da ima ettiği gibi, modern Türk şiiri, insanı ve hayatı vareden, bize ruh bahşeden asil şiirimizi, hakikatin şiirini öldüren, düşünceyle bağlarımızı koparan bir ağ işevi görüyordu da bizim haberimiz mi yoktu yoksa?
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak
5-6 Haziran 2011
2011-06-01
'İlk Tohum' dergisi
Haziran 2011
İlktohum dergisi Haziran sayısında "Şairler niçin oluşum içine girmiyor?" sorusuna Ali Ayçil, Mahmut Avcı, Şaban Abak ve Zafer Acar'ın görüşleri üzerinden cevap arıyor.
Ali Ayçil, kendisiyle yapılan söyleşide "Şiir yazarız; çünkü şiir kendisini yazdırır" demiş. Dergi ayrıca, kötünün güçlü olamayacağını, yalnız iyinin tembelliğinin kötüye meydan verdiğini hatırlatıyor iyiyi gayrete davet ediyor.
Aylık fikir, tarih, edebiyat dergisi olan İlktohum, kötünün güçlü olamayacağını, yalnız iyinin tembelliğinin kötüye meydan verdiğini hatırlatıyor ve Haziran sayısı kapağında bu sloganla iyiyi gayrete davet ediyor. Kapağına altın sarısı ve kırmızı renkler hâkim olan dergi, Sabiha Tak'a ait "Hâzâ Kitab-ı Divan ü Lügati't-Türk" başlıklı yazıyı da kapak konusu olarak seçmiş. Yazı, Kaşgarlı Mahmut'un eserini, pek çok cephesiyle ele aldığı gibi, eserde yer alan ilk Türk Haritasını da izah ediyor ve İstanbul'un bilinmeyen bir ismini de tekrar gün yüzüne çıkarıyor.
Dergide bu ay soruşturma dosyasında "Şairler niçin oluşum içine girmiyor?" sorusuna yanıt aranıyor dört isimle yapılan mülakatlar üzerinden. Ali Ayçil, Mahmut Avcı, Şaban Abak ve Zafer Acar soruya birbirinden farklı cevaplar vermişler. Yine bu sayının röportajı Ali Ayçil ile yapılmış. "Şiir yazarız; çünkü şiir kendisini yazdırır." diyen Ayçil, şiirlerinden kitaplarına pek çok soruya cevaplar vermiş.
Derginin kapağına taşınan yazılardan biri de Lübnan'a dair. "Ortadoğu'nun Camdan Ülkesi Lübnan" başlıklı yazı, Doğaç Özdemir'in imzasını taşıyor. İlktohum bu ay bir değişiklik yapmış ve şiirleri tüm dergiye serpiştirmek yerine, ilk sayfalarda ardı ardına vermiş. Merve Ulu, "Akmam mı Dedi Tuna Nehri"; Vural Kaya, "Bir Cana İki Kişi Cani"; Ümit Zeynep Kayabaş, "Siyahın Hali"; Mahmut Avcı, "Gülennar"; Ünsal Ünlü, "Korkak Ceset"; Mustafa Uçurum, "Unutmak İyidir" şiirleriyle yer almış dergide. Prof. Dr. Namık Açıkgöz'ün kaleme aldığı "Akrostişli Bir Mezar Taşı Şiiri" adlı makale de şiirin bizdeki yerine farklı bir cepheden dikkat çekiyor. Merhume Ayşe Hanıma ait mezar taşında saç örgüsü şeklinde yazılmış şiir, edebiyatın hayat kadar ölüme de tesir ettiğinin bir göstergesi. Yrd. Doç. Dr. Fatih Özkafa'nın kaleme aldığı "Türk-İslâm Kültüründe Hilye-i Saâdet Geleneği" yazısı bir hilye örneğini okuyucu ile paylaşıyor.
Araş. Gör. Ahmet Talimciler'in "Derin Oyun" başlığını taşıyan yazı, futbolun sosyolojik arka planını masaya yatırıyor. Orhan Sakin'in "Osmanlı'da Dil Tartışmaları Ve Türkçe Eğitimi" başlıklı çalışması dil meselesinin çok da yeni olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Dr. H. Emin Sert imzalı "Küresel Gelişime Yön Vermek" yazısı ise, günceli, manevi değerlerimizin gücü ile yönetebileceğimizin mesajlarını veriyor.
Derginin tarihe hasrolmuş sayfalarında bu ay iki yazı dikkat çekiyor. Bunlardan biri Adem İlhan imzalı, "Ben Osmanlı Torunuyum" sayfasında yer alan yazı. Ertuğrul Gazi'den başlayarak Osmanlı sultanlarının ve en az sultanlar kadar kıymeti haiz gönül erlerinin, komutanların, beylerin bir dizi halinde kaleme alındığı köşede bu ay Bursa Fatihi Orhan Gazi Han anlatılıyor. Osman Gazi'nin Orhan Gaziye nasihatlerini de yazının temeline oturtan İlhan, Osmanlı'nın bir ahlak tevarüsü ile yükseldiğini vurgulamak istercesine bu öğütlerle devletteki ve liderlerdeki süreklilik duygusuna dikkat çekiyor. İkinci yazı ise Cihan Öztürk'e ait. Türklerin İslamiyeti Kabulünü irdeleyen yazı, Türklerle ilgili hadis-i şeriflere de dikkat çekiyor.
Bu sayıda 3 güçlü hikâye de okuyucuya sunulmuş. Recep Şükrü Güngör'ün kalemi mahsulü "Aramızda Gökyüzü Vardı" hikâyesi, Balkan Savaşlarından içimize derin bir sızı bırakıyor. Osman Koca'nın hikâyesi "Kötücül", baba evlat ilişkisine nazar eder, değişik boyutlara yolculuk sağlarken; "Diriliş Aydınlığında" isimli Murat Soyak imzalı kısa hikâye ise, Eminönü'nden Babıali'ye doğru bir iç yürüyüşe çıkarıyor okuyucuyu.
İletişim:
ilktohum@ilktohum.com
(0507 690 42 13)
İlktohum dergisi Haziran sayısında "Şairler niçin oluşum içine girmiyor?" sorusuna Ali Ayçil, Mahmut Avcı, Şaban Abak ve Zafer Acar'ın görüşleri üzerinden cevap arıyor.
Ali Ayçil, kendisiyle yapılan söyleşide "Şiir yazarız; çünkü şiir kendisini yazdırır" demiş. Dergi ayrıca, kötünün güçlü olamayacağını, yalnız iyinin tembelliğinin kötüye meydan verdiğini hatırlatıyor iyiyi gayrete davet ediyor.
Aylık fikir, tarih, edebiyat dergisi olan İlktohum, kötünün güçlü olamayacağını, yalnız iyinin tembelliğinin kötüye meydan verdiğini hatırlatıyor ve Haziran sayısı kapağında bu sloganla iyiyi gayrete davet ediyor. Kapağına altın sarısı ve kırmızı renkler hâkim olan dergi, Sabiha Tak'a ait "Hâzâ Kitab-ı Divan ü Lügati't-Türk" başlıklı yazıyı da kapak konusu olarak seçmiş. Yazı, Kaşgarlı Mahmut'un eserini, pek çok cephesiyle ele aldığı gibi, eserde yer alan ilk Türk Haritasını da izah ediyor ve İstanbul'un bilinmeyen bir ismini de tekrar gün yüzüne çıkarıyor.
Dergide bu ay soruşturma dosyasında "Şairler niçin oluşum içine girmiyor?" sorusuna yanıt aranıyor dört isimle yapılan mülakatlar üzerinden. Ali Ayçil, Mahmut Avcı, Şaban Abak ve Zafer Acar soruya birbirinden farklı cevaplar vermişler. Yine bu sayının röportajı Ali Ayçil ile yapılmış. "Şiir yazarız; çünkü şiir kendisini yazdırır." diyen Ayçil, şiirlerinden kitaplarına pek çok soruya cevaplar vermiş.
Derginin kapağına taşınan yazılardan biri de Lübnan'a dair. "Ortadoğu'nun Camdan Ülkesi Lübnan" başlıklı yazı, Doğaç Özdemir'in imzasını taşıyor. İlktohum bu ay bir değişiklik yapmış ve şiirleri tüm dergiye serpiştirmek yerine, ilk sayfalarda ardı ardına vermiş. Merve Ulu, "Akmam mı Dedi Tuna Nehri"; Vural Kaya, "Bir Cana İki Kişi Cani"; Ümit Zeynep Kayabaş, "Siyahın Hali"; Mahmut Avcı, "Gülennar"; Ünsal Ünlü, "Korkak Ceset"; Mustafa Uçurum, "Unutmak İyidir" şiirleriyle yer almış dergide. Prof. Dr. Namık Açıkgöz'ün kaleme aldığı "Akrostişli Bir Mezar Taşı Şiiri" adlı makale de şiirin bizdeki yerine farklı bir cepheden dikkat çekiyor. Merhume Ayşe Hanıma ait mezar taşında saç örgüsü şeklinde yazılmış şiir, edebiyatın hayat kadar ölüme de tesir ettiğinin bir göstergesi. Yrd. Doç. Dr. Fatih Özkafa'nın kaleme aldığı "Türk-İslâm Kültüründe Hilye-i Saâdet Geleneği" yazısı bir hilye örneğini okuyucu ile paylaşıyor.
Araş. Gör. Ahmet Talimciler'in "Derin Oyun" başlığını taşıyan yazı, futbolun sosyolojik arka planını masaya yatırıyor. Orhan Sakin'in "Osmanlı'da Dil Tartışmaları Ve Türkçe Eğitimi" başlıklı çalışması dil meselesinin çok da yeni olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Dr. H. Emin Sert imzalı "Küresel Gelişime Yön Vermek" yazısı ise, günceli, manevi değerlerimizin gücü ile yönetebileceğimizin mesajlarını veriyor.
Derginin tarihe hasrolmuş sayfalarında bu ay iki yazı dikkat çekiyor. Bunlardan biri Adem İlhan imzalı, "Ben Osmanlı Torunuyum" sayfasında yer alan yazı. Ertuğrul Gazi'den başlayarak Osmanlı sultanlarının ve en az sultanlar kadar kıymeti haiz gönül erlerinin, komutanların, beylerin bir dizi halinde kaleme alındığı köşede bu ay Bursa Fatihi Orhan Gazi Han anlatılıyor. Osman Gazi'nin Orhan Gaziye nasihatlerini de yazının temeline oturtan İlhan, Osmanlı'nın bir ahlak tevarüsü ile yükseldiğini vurgulamak istercesine bu öğütlerle devletteki ve liderlerdeki süreklilik duygusuna dikkat çekiyor. İkinci yazı ise Cihan Öztürk'e ait. Türklerin İslamiyeti Kabulünü irdeleyen yazı, Türklerle ilgili hadis-i şeriflere de dikkat çekiyor.
Bu sayıda 3 güçlü hikâye de okuyucuya sunulmuş. Recep Şükrü Güngör'ün kalemi mahsulü "Aramızda Gökyüzü Vardı" hikâyesi, Balkan Savaşlarından içimize derin bir sızı bırakıyor. Osman Koca'nın hikâyesi "Kötücül", baba evlat ilişkisine nazar eder, değişik boyutlara yolculuk sağlarken; "Diriliş Aydınlığında" isimli Murat Soyak imzalı kısa hikâye ise, Eminönü'nden Babıali'ye doğru bir iç yürüyüşe çıkarıyor okuyucuyu.
İletişim:
ilktohum@ilktohum.com
(0507 690 42 13)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)