2010-07-26

Turan Karataş’la Sezai Karakoç Üzerine Söyleşi

Cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden biri olan Sezai Karakoç’un, şair ve sanatkar tarafının yanı sıra düşünce serüveni de vardır. Onun gerek kendi çıkardığı Diriliş dergisinde, gerekse bazı gazete ve dergilerde yaklaşık yarım asırdır kaleme aldığı düzyazıları bunu kanıtlar. Sezai Karakoç, hayata bakışı ve onu yorumlayışı kendine özgü olan bir düşünce adamıdır. Şüphesiz o, bu özgünlüğe çok geniş ve farklı kaynaklardan beslenerek ulaşmıştır. Bu özgün bakışıyla da hayatın soyut ve somut her alanını gözlemlemiş ve yorumlamıştır. Sezai Karakoç’un çeşitli yönlerini Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç kitabının yazarı Turan Karataş’la konuştuk.

- Türkiye hafızayı pek sevmeyen bir ülke, daha doğrusu geçmişi işine geldiği gibi hatırlamayı yeğleyen bir toplum. Bugün iyimser ve yapıcı bir bakışla yaklaşacak olursak geçmişini henüz keşfetmeye başlayan bir toplum, bir ülke, bir kültür. Siz bu kültüre alışkın olmadığımız zenginlikte bir eserle benzersiz bir katkı getiriyorsunuz. Özgün sanatçı, Sezai Karakoç’un hayatına ve sanatına ilişkin, Fransızların deyişiyle bir ‘pavé’, kaldırım taşı diyebileceğimiz bir çalışma ürettiniz. Bu çalışma, işte o hafızasız topluma bir ‘taş atma’ olduğu gibi hafızasına benzersiz bir katkı; yeni yeni inşa edilen bir yapının gıdım gıdım yükselen duvarları… Sezai Karakoç ile ilk karşılaşmanızdan, daha doğrusu ilk karşılaşmalarınızdan başlayalım. Sezai Karakoç nasıl girdi hayatınıza?

- Efendim, evvelâ, çalışmam için dile getirdiğiniz o güzel sözlere, nazik ifadelerinize çok teşekkür ediyorum. İltifat ediyorsunuz. Bunu şimdiye kadar bir yerde söylediğimi hatırlamıyorum; Sezai Karakoç adıyla/ imzasıyla orta ikideyken karşılaştım ilk kez. Milli Türk Talebe Birliği’nde kitapları satılıyordu; 1976, 77 yılları… Dikkatimi çekmişti, hepsi aynı biçimde ve beyaz kapaklı kitaplar. İlginçtir, Sezai Bey’in aldığım ilk kitapları İslam ve İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’dür. İkisi de inceciktir, muhtemelen param onlara yetiyordu ancak onları alabildim. İkisini de o yaşta okuyamadım, daha doğrusu okumaya çalıştım ama bir şey anlayamadım. Bir hayal kırıklığı oldu benim için. Sonra, hemen aynı yıllarda bizim köyün o zaman üniversite okuyan tek ağabeyi Ahmet Durmaz’ın elinde gördüm Karakoç’un kitaplarını. Ahmet Ağabeye, o kitaplardan ikisini okumaya çalıştığımı ve bir şey anlamadığımı söyleyince, “daha vakit var, anlarsın” mealinde, yani yaşımın küçük olduğunu ima eden bir şeyler söylemişti. Aklımda kaldığına göre, Sezai Karakoç’un önemli bir adam olduğunu, ileride mutlaka okumam gerektiğini de belirtmişti. Fakat, Karakoç’un adıyla üniversiteye kadar bir daha karşılaşmadım. Üniversitede “Monna Rossa” şiirini önce duydum, sonra okudum. Yaşım yirmi, yirmi bir; uzun bir gurbete çıkmışım, soğuk bir Erzurum akşamında adeta şiir beni büyülemiş, çarpmıştı. Sonra hızla diğer şiirlerini buldum, okudum, okudum, hâlâ okuyorum; “bir mumun ardında bekleyen rüzgâr” gibi “ışıksız ruhumu sallayıp dur”maktadır bu şiirler zaman zaman.

- Karakoç’la birebir karşılaşmanız nasıl oldu? İlişkiniz nasıl sürdü?

- Sezai Bey’i şahsen tanımam 1991 yılında olmuştur. Hakkında doktora tezi yapmaya karar verince, o yaz İstanbul’a gittim ve Sezai Bey’i Üretmen Han’ın en üst katındaki Diriliş Yayınları’nda ziyaret ettim. Hakkında doktora tezi hazırlayacağımı söyledim, yardımlarını istedim. Pek oralı olmadı, ama hoşuna gittiğini sezdim. Bana sorarsanız çok önemliydi, bir sanatkâr hayattayken hayatı ve eserleri hakkında doktora tezi hazırlanması. Fakat, Sezai Bey her zamanki ciddiyetiyle “eserlerim ortada, aradığın her şey onlarda” mealinde bir şeyler söyledi. Ama bulmakta güçlük çekeceğim ilk yazılarından birkaçını, Şiir Sanatı dergisinin ilk sayısını, bazı gazete kesiklerini verdi. Ayrıca Diriliş dergisinin son dönem sayılarını ve eserlerinden bir takımı da armağan etti. Tezimi hazırladığım süre içinde birkaç kez görüşmemiz oldu.

- Kitabınızın adı Karakoç’un “Masal” şiirinden esinlenmiş gibi. Doğu-Batı çatışmasını harika biçimde yansıtır bu şiir. Yedi oğlu olan bir baba, kendini Batı egemenliğinin esiri olarak hissedince sırasıyla oğullarını Batı’ya göndermeye başlar. Maksat kendisine egemen olan gücü anlamak, dinlemek, tanımak ve çözmektir… Kitabınızın adından söz ederek devam edelim…

- Bilimsel çalışmaların “piyasa”da itibar görmesi kolay değildir. Onu bir şekilde halka yakın kılmanız yahut piyasa şartlarına uydurmanız gerekir. Yayıncılar bu durumu bildikleri için doktora tezim kitap halinde yayımlanacakken ilgi çekici, hatta şaşırtıcı veya “çarpıcı” bir isim konulması gerektiği kanaatine varıldı. Sonra önerilen isimler içinde Doğunun Yedinci Oğlu… uygun görüldü. Evet, bu ad, Sezai Bey’in “Masal” şiirinden mülhemdir. “Yedinci oğul” ideal insanı temsil eder; özünü, benliğini, kimliğini kaybetmeyen, Batı’nın iğvasına karşı direnen Doğulu insanı. Bu duruma atıfta bulunsun diye söz konusu isim tercih edildi.

- Sezai Karakoç’un sanat sahnesine çıktığı yılların genel özellikleri nelerdir?

- Karakoç’un edebiyata daha doğru bir ifadeyle şiire adım attığı yıllar 1950′lerin hemen başıdır. Garip şiiri, bilhassa kötü örnekler yüzünden neredeyse yerle yeksan olmuştur. Attila İlhan bir tarafta, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever diğer taraflarda yeni bir şiirin peşindedirler. Ankara’da Mülkiye’de okuyan ve henüz 18 yaşında olan Sezai Karakoç, ilk ürünlerini hece şiirinin imkânları içinde vermiş ama asıl aradığı şiirin bu olmadığını bilmektedir. Yani diyeceğim, Türk şiirinin biraz da Dünya şiirine bakarak yeni yollar aradığı, yeni bir özün ve sesin peşinde olduğu bir dönemde Sezai Karakoç şiiri zuhur etmiştir.

- Sezai Karakoç’un, şair ve sanatkâr tarafının yanı sıra, bir ömür şiiriyle yan yana devam eden düşünce ve fikir serüveninin özellikle düzyazılarından biliyoruz. Onun düşünce hayatının oluşmasında etkili olan kişilikler kimledir?

- Sezai Bey’in düşünce ve sanat hayatı iç içedir. Başka bir söyleyişle birbirinin içinde akıp duran iki nehir gibi. Bu hayatı erken yaşlarda İslam medeniyetinin, sanatının ve düşüncesinin büyük erenleri, kanaat önderleri beslemiş ve şekillendirmiştir. İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Galip ve diğerleri. Sonra bu birikime Batı şiirinden ve düşüncesinden alınan bilgiler eklenmiştir.

- Karakoç’un Mehmet Yasin adıyla yazdığı bir yazı var “Çekmegil’in Son Eseri” adını taşıyan bu yazı M.Said Çekmegil’le ilişkilerini de ortaya koyuyor. Ama bu ilişki hatıralarına olumsuz yansıyor. Bu konuda siz neler söylersiniz?

- Doğrusu, yazının içeriğini ve Hatıralar’da ne söylendiğini şu anda anımsamıyorum. Özel bir durum bu tabii. Ne söyleyebilirim. Bu, yazanın tavrıdır; nedenini de pek bilemeyiz. Bilindiği gibi, genel olarak hatıralar, duygusal bir ruh haliyle yazılırlar. Sezai Bey’in sonradan çeşitli nedenlerle kırıldığı insanlar olmuştur. Çekmegil de bunlardan biri olmalı.

- Peki, Karakoç, yirminci yüzyıl Türk şiirine nasıl bir ses, nasıl bir nefes getirmiştir?

- Bu sualin cevabı o kadar tafsilatlı ki… Kısaca arz edeyim; elbette yeni bir ses, çağa uygun ve çağın insanın durumuna denk düşen bir öz var Karakoç’un şiirinde. Teknolojiyle birlikte gelen ve hayatımızın ince, kıymetdar değerlerini alıp götüren hoyratlığa, özden kopuşa, eşyaya esir oluşa karşı duruş vardır. Ezeli ve ebedi temaların çağdaş yorumu vardır. Örneğin, ölümün göz ardı edilen hakikat tarafını söyler bu şiir. İnsanın güzelliğinin yanında zalimliğini, kana doymayan yirminci asır zulümlerini anlatır. Geçmişimizi, geleceğimizi haber verir. İnsanlığın saf ve soylu iki anıtı olan kadını ve çocuğu yeni bir güzellik muştusu kılar. Karakoç şiiri, yapı olarak çok katmanlıdır. Birçok defalar okumak arzu ettirir kendini; her okunuşunda da bir sırrını ele verir gibidir.

- Karakoç’un dergiciliği ile fikirlerinin yaygınlaşması arasında bir bağ var mı?

- Önce bir hususu hatırlatayım; “Karakoç’un dergiciliği” ifadesinden şairimiz rahatsız oluyor. Bu başlıkla bir yazım çıkmıştı, oradan biliyorum. O, kendisini bir dergici saymıyor, zaten öyle de değil; bu sözden kasıt da o değil. “Ürünlerimizi yayımlayacak bize uygun yer olmadığı için dergi çıkarmak zorunda kaldık” mealinde bir açıklaması olmuştu. Sezai Karakoç’un şiir ve yazılarını yayımlamakla birlikte Diriliş dergisi, kuşkusuz, bir “mektep” görevi de üstlenmiş; bir anlayışın sözcüsü olmuştur. Birçok yetenekli gencin fark edilmesine ve yetişmesine vesile olmuştur. Bunların önünde de, elbette Karakoç’un düşüncelerinin yayılmasında, tanınmasında önemli bir vasıtadır.

- Sezai Karakoç’un bütün şiirlerini, kendi deyişiyle bütün sağanaklarını bir araya getiren “Gün Doğmadan”ı okuduğunuzda sizi en çok etkileyen şiirler hangileridir? Bunun bir gerekçesi var mı?

- Doğrusunu isterseniz, Gün Doğmadan kitap olarak bana soğuk görünür. Karakoç’un şiirlerini kitaplarının önceki biçimleri içinde okumayı severim. Şiirler III/ Körfez-Şahdamar-Sesler hep elimin altındadır. Bana sorarsanız, şairin en sıkı şiirleri de bu kitaptadır.

- Sezai Karakoç’un şiiri Hızırla Kırk Saat adlı kitabıyla önemli bir sıçrama yapar. İslam tarihine tutulan bir ayna olarak da görebileceğimiz bu şiirde Mehdi’nin gelişi, Müslümanları kurtarışı gibi mitolojik ve şiirsel unsurlara bolca yaslanır Karakoç. Karakoç’ta geleneğin nerdeyse bütün unsurlarının sorgulanmaksızın yer buluşunu nasıl anlıyorsunuz?

- Geleneğin bütün unsurları demeyelim isterseniz; dinamik yahut işlevsel unsurları diyelim. “Sorgulanmaksızın” tespitini de düşünmek lâzım. Bence, Karakoç sorgulamadan bir şeyi bir yere koymaz. Bir de, malûm, bu “gelenek” meselesi hayli karmaşık ve bakana göre farklılık arz edebiliyor. Ama şurası açık, Karakoç şiiri geleneksel olanı yadsıyan bir şiir değil, aksine geçmişiyle barışık bir şiirdir.

- Aynı kitapta bize Mehmed Akif’i hatırlatan dizeler de vardır: “Her evde kutsal kitaplar asılıydı/ Okuyan kimseyi göremedim/ Okusa da anlayanı göremedim.”Mehmed Akif’e bakışı nasıldır Karakoç’un? Onun etkilendiği Müslüman düşünürleri yok sayan bir yanı var gibi Mehmed Akif kitabında…

- Karakoç’un Âkif’e bakışı o özgün ve önemli kitabında aşikardır. Âkif’i çok önemsediği, hakkında kitap yazmasından belli değil mi? Âkif hakkında okuduğum onca yazı, kitap arasında Sezai Bey’in yazdıklarını ayrı bir yere koymuşumdur. Âkif’i etkileyen düşünürleri yok sayar mı? Bunu hissetmedim doğrusu.

- Enis Batur ”Sezai Karakoç’un baştan uca yenilgiye teslim olmayan” bir şiir dünyası olduğundan söz ediyor Karakoç Çeşmesi başlıklı yazısında. Şunu sormak istiyorum: Karakoç’ta edebiyat ve hayat ilişkileri nasıl kurulur? Şiiri yaşamıyla örtüşüyor mu Karakoç’un?. Uzun soluklu bir yolculuğa çıkmış şiirle, diyebilir miyiz?

- Şair yaşadığını yazar mı, yazmaz mı? Uzun bir tartışma bu. Karakoç’un şiirinde hayatından gelen motifler az değil. Gül Muştusu, Taha’nın Kitabı dikkatle okunduğunda çok şey görülebilir. Fakat bu motifler, yansımalar yani şairin hayatından şiirine çektiği dirilik suyu, şairin yazdıkları hayatıyla “örtüşüyor” anlamına gelmez. Aslına bakarsanız, Karakoç kendisinin de ifade ettiği gibi, yıllar yılı başka bir zamanı yaşamıştır. Sonra, yaşadığını yazmanın da şair için bir azap olduğunu bilmektedir. “Konuk” şiirinde şöyle der: “Arkama bakamam zorlama beni/ Anılar perisi biçme kaburga kemiğimi/ O keskin kılıcının ağzıyla/ Tatmak istemem o azaptan zehri”. Aslında, yaşananlara/ maziye dönmek, çok zaman bir azap olabilir.

- Onun düşünce dünyasında İslam`ı bir bakıma uygarlık nokta-i nazarından değerlendirme düşüncesinin sebepleri nelerdir?

- İslam düşünce ve sanatının göründüğü yer, İslam uygarlığıdır. Medeniyet, “iman” ve “islam”dan sonda dinin “ihsan” boyutudur. İnanış, teslim oluş ve güzellikle yüceliş… Sanatı dolayısıyla şiiri besleyen damarlar da oradan gelir. Estetik, medeniyetin bir yüzüdür. Karakoç bir din bilgini değil. Bir sanatkâr ve bir düşünce beyi. Kaldı ki, Karakoç’un İslam inanışına dair de özgün yaklaşımları, tespitleri vardır. Diyeceğim, bir sanatkâr olması hasebiyle, Karakoç’un İslam’ı medeniyet nokta-ı nazarından ele alması bana çok tabii görünüyor.

- Sezai Karakoç’u gerçekten insani ve sanatçı yönüyle son derece güzel çiziyorsunuz. Kitapta anlattığınız örnekler gibi çok hoş ayrıntılar var. O öncelikle gerçek bir ‘Kültür Adamı’ diye bilinir. Halbuki biraz yakından tanıyanlar için çok önemli başka bir boyuta daha sahipti: Siyasi angaje yanı. Sizce bu kişilik veya Kültür Adamı ile siyasi angaje kişiliği arasında bir çelişki var mıydı, bu siyasi insani yanını biraz daha açabilir misiniz? Karakoç’un siyasal parti kurarak aktif politikanın içinde yer almasını nasıl karşılıyorsunuz?

- İşte izahı en zor mesele. Sezai Bey’e sorarsanız, Diriliş Partisi ya da şimdiki adıyla Yüce Diriliş Partisi, Diriliş düşüncesinin tabii bir evresidir. Yani yazılarla kitaplarla anlatılan, okuyucu kesimine duyurulan bu düşünce hareketi, bir gün gelip eyleme dönüşecek ve kitlelere ulaşacaktır. Kaldı ki, “parti” Sezai Bey’in anlamasıyla ve anlamlandırmasıyla bilinen manasıyla bir siyasi oluşum değil, bir kulüp ya da dernek gibi bir şeydir. Mesela, Büyük Doğu Derneği de, bir tarafıyla bir partidir Sezai Bey kavlince. Bu bakımdan, Karakoç’un parti kurmasında ve genel başkan olmasında şaşılacak bir yön yok. Ancak, meseleye dışarıdan bakınca, Türkiye’de mevcut siyasal ortamda Sezai Karakoç’un bir parti başkanı olmasını düşünmek bile güç. Yalnız, burada bir hususu biraz açalım: Sezai Bey’de siyasî bağlanmışlık, sizin tabirinizle bir “angaje” oluş söz konusu değildir. Siyaset olsa olsa bir vasıtadır idealin gerçekleştirilmesi için. Ne var, sanıyorum biraz da yakınında olanların, dostlarının isteğini kıramadığı için, asla binicisi olamayacağı bir ata suvar olmuştur.

- İkinci Yeni şiiriyle ilişkisi hangi düzeydedir Karakoç’un?

- İkinci Yeni, bilindiği üzere, bir dönemin şiir hareketidir. (Buradaki “hareket” terimini bilerek kullanıyorum. Çünkü “akım” değildir İkinci Yeni.) Ortaya çıkışı, yaygınlık kazanması ve kökleşmesi ya da kabul görmesi on yıllık bir zamana (1953–1963) tekabül eder. Etkisi birçok akımdan daha güçlü olmuştur. Belirttiğim dönemden sonra da bu etki sürgit olmuştur. Ne var, İkinci Yeni hareketi içinde yer alan hemen bütün şairler, sonraki yıllarda şiir tutumlarını genişletmişler yahut değiştirmişlerdir. Sezai Karakoç da başlangıçta ses, eda, imge, kelime kadrosu yani biçimsel unsurlarıyla bu hareketin içinde olmuştur. Hatta, bana kalırsa, bu hareketi başlatanlardandır. Sonra şiiri özündeki farklılığı iyice belirginleştirmiş ve farklı bir mecraya girmiştir. Kısacası, diğer İkinci Yeni şairleri hareketin neresindeyse, Karakoç da tam oradadır.

- Bir konuşmanızda “Karakoç’u ‘Monna Rosa’ şiiriyle anmak O’na haksızlık olur. Karakoç da bundan rahatsız ve şair olarak anılmaktan hoşlanmıyor. Hatta son zamanlarda Karakoç, ‘Ben şair değilim’ demeye başlamıştır” diyorsunuz. Uzun yıllar arasına mesafe koyduğu “Monna Rosa” şiirini yıllar sonra kitap olarak yayımlamış oluşunu nasıl değerlendirirsiniz?

- Bazı konuşmalarda söz maksadını aşabiliyor. Yanlış anlaşılmalara meydan verecek bir mecraya girebiliyor. Az evvel aktardığınız cümlelerim de bu kabilden. Biraz tavzihe ihtiyaç var. Bir kere, Sezai Bey tevazuundan ya da mütefekkir tarafını görmeyenlere kızgınlığından “ben şair değilim” diyor olmalı. “Monna Rosa” şairi olarak anılmak istemiyor; haksız da değil. Böyle bir anılış sanatkârın asıl eserini görmemek olur. Onun özgörevini perdeleyen bir yaklaşımdır bu. “Monna Rosa”, evet çok güzel bir şiirdir, dahası Türkçenin en güzel aşk şiirlerinden biridir ama son tahlilde bir “gençlik hevesiyle” vücut bulduğunu biliyoruz. Ve hiçbir şekilde Karakoç şiirini temsil kabiliyeti taşımaz. Bunun için, Sezai Bey’i salt “Monna Rosa” şairi olarak anmak, hatırlamak büyük haksızlık olur.

Bu efsane şiiri yaklaşık 50 yıl sonra kitap olarak yayımlaması ise tek bir nedene dayanmaz sanırım. Gerçek sebebi şair bilir elbet. Benim aklıma gelenler, adı geçen şiirin yalan yanlış şekillerinin şurada burada dolaşımda olmasından rahatsızlık duymuştur şair. Şiirin adeta “kült” haline gelişinden yararlanan birtakım çevrelere kızmış olabilir. Bu güzel şiirin bir bütünlük içinde ve bir kitap zarfıyla okura ulaşmasını istemiştir. Dokuzuncu kitap olarak çıkardığı Monna Rosa’dan sonra bir “son kitap”la şairlik serüvenini ya da sürecini tamamlamayı düşündüğünü de tahmin edebiliyorum. Çünkü bir seferinde “onuncu kitap sonuncu kitap” ifadelerini söz arasında telaffuz etmişti.

- Karakoç hakkında yazılan kitapların, tezlerin, dergi özel sayılarının ve yazıların niteliği hakkında neler söylersiniz?

- Evvela, hepsi de bir iyi niyet tezahürüdür, çoğu sevgiyle yazılmıştır. Evet, niteliksiz yazılar vardır, ama onların da kendilerince bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

- Artık bir gelenek oluşturan Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Ödülü 2007 yılında Sezai Karakoç’a verilmişti. Sezai Karakoç bu ödülü almadı. Tören yapılmasını da istemedi. Karakoç’un ödüllerle ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

- Benim bildiğim, Sezai Karakoç’un bu tür olgulara itibar etmediğidir. Şu veya bu ödülü alsam diye bir kaygı taşıdığını sanmıyorum. Dünya nimetlerinin onun nazarında fazla bir itibarı olmaz. Türkiye’de, sayıları biri ikiyi geçmeyen mülkiyetsiz mülkiyelilerdendir.

- Sezai Karakoç gibi, yarım yüzyılı aşan bir zaman dilimine şiir üretimini yaymış özgün bir şairden yarınlara kalacak olan nedir?


- Bütün eserleri… Hadi şunu diyelim, özgün bir şairin, özgün olan eserleri. Daha uzun bir zaman Karakoç’un hararetle okunacağını düşünüyorum. Şiirinin ise, Türk şiirinde önemli bir yapı taşı olacağından eminim.

- Söyleşi için teşekkür ederim…

- Evet, sorular güzeldi, biraz yorulduk, ama okuyacaklar için feda olsun bu tatlı yorgunluklar. Ben de teşekkür ediyorum.


Söyleşi: Asım Öz


Kaynak: haksozhaber.net

Hiç yorum yok:

E-POSTA GRUBU

Dergi~lik e-posta
dergilik@googlegroups.com