Gelenekten Geleceğe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gelenekten Geleceğe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2014-01-13

Gelenekten Geleceğe dergisi "Mimarimiz" özel dosyasıyla çıktı

Gelenekten Geleceğe dergisi bir medeniyet perspektifi ile ortaya çıktı. Amacı bizi biz yapan değerleri ortaya koymak ve bu değerlerimizi günümüzün ehil insanlarına yeniden yorumlatarak geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurmak. Böyle bir niyetle çıktığımız yolculuğumuzun bu sayısında, kültür birikimimizin en bariz somut nesnesi ve medeniyetimizin en göz önünde duran bir meyvesi olan MİMARİMİZ’i konu olarak seçtik.
Mimarlık, sırtında taşıdığı sorumluluğu itibariyle en yüksek ve en zor bir sanat dalı. İhtiyaçlar hiyerarşisinde en temel ikinci bir ihtiyaç kabul edilen barınmaya tekabül etmesi dolayısıyla insanlık tarihiyle yaşıt ve artık bugün bir uzmanlık alanı olmanın ötesinde, bir çok alt disiplini içinde barındıran, meslekler üstü bir kavram olma yolunda ilerleyen kadim bir meslek mimarlık. Mimarlığın onu anlamlı kılan bu faydacı yönü ve ayrılmaz parçası olan teknik boyutu dolayısıyla belki sanat deyince her zaman ilk akla gelen mimarlık değil ama, resim, heykel, yazı, süsleme vb. tüm güzel sanatların ev sahipliğini ve öncülüğünü üstlenme, bir anlamda onların 'sebeb-i vücudu' olma şerefi, mimarlığa çok özel bir imtiyaz veriyor. İnsanlık için bir terakki ve gelişmişlik ifade eden 'medenî' olmak, aynı zamanda 'şehirli' olmak demek. Bu yüzden medeniyetin bir bakıma doğrudan ilk göstergesi olan şehirleşme, mimarlığın eseri. Gelmiş geçmiş medeniyetlerin en bariz izlerini îmar eserlerinde buluyoruz. Selimiye'yi 'Edirne'nin tapusu' mertebesinde ehemmiyetli kılan, mimarlığımızın medeniyetimizdeki yerinin büyüklüğü. Bu yüzden 'sanat tarihi' denilince akla ilk olarak 'mimarlık tarihi' geliyor ve bu yüzden bu alanda öncelik her zaman mimarlığın olmuş.
Mimarlığının üzerinden, bir toplumun ilmini, ahlâkını, maddî ve manevî terakki seviyesini, nasıl yönetildiğini, genel mânâda kalitesini ölçmek mümkün. Şehirleşmesinden, o toplumun insanlarının kâinatı idrâk ve anlamlandırma biçimini, birbirine ve diğer canlılara gösterdiği saygı anlayışını, birlik olabilme vasfını, demokrasi düzeyini ve daha bir çok şeyi okuyabilirsiniz. Mobilya vs. mekân donatılarından, o insanların günlük hayatına dair bir çok ayrıntıya ulaşabilirsiniz. Bu yüzden mimarîyi konuşmak demek, insanlığı konuşmak demek; geleceğin mimarîsine yön verebilmek ise, insanlığın istikbaline yön verebilmek demek.
Peki mimarîde dünya ne durumda, biz bu gidişin neresindeyiz? Taha F. Ünal, bu tabloyu şöyle ortaya koymuş:
“Artık evlerimizde olsun, şehirlerimizde olsun bir bütünlük, aileyi, mahalleyi, tabiî çevreyi ve şehri, bir başka cihetten düşünceyi, faaliyeti, maddeyi, ma'nâyı, faydayı, estetiği, mahremiyeti, açıklığı yekpareleştiren bir bütünlük değil, bir ferdîlik hakimdir. "Artık kimse yanındaki ile âhenk kurmaya çalışmıyor, aksine yanındakinden daha etkili olmaya bakıyor". Esasen varlığı, birbirini anlamlı bir âhenk halinde bütünleyen değil, birbirine zıt ve birbiriyle çatışan madde ve ruh gibi iki kutba ayıralıdan beri batıda ve sonra bizde hayat da, san'at da kutuplaşmıştır. Buna, pratik faydacılığın teknolojiyi her mes'eleyi çözecek bir put haline getirmesi de eklenince, insan kitleleri ekonomik, politik ve idarî güçlerin aleti haline dönüşmüş, bu "gayr-ı ahlakî, insana saygısız, kısa vadeli, faydacı ve yağmacı zihniyet"in meydana getirdiği kültürel kirlenme, tabiî olarak çevreye de, mimarîye de tesir etmiştir. Dolayısıyla, modern mimarî, bilhassa bizim gibi kendi tarihî temellerinden uzaklaşmış ve her türlü rüzgâra açık toplumlarda komşu yapıyı, tabiatı, insanı, insan rûhunu, hisleri, düşünceyi ve inançları nazara almayan, tamamen faydacı, estetikten uzak, kâra dönük, fonksiyonalist, sosyal muhtevalı ve tek boyutlu bir manzara arzetmektedir. Bu manzaranın evlerimiz ve şehirlerimizdeki yansıması üslûpsuz, şekilsiz, her türlü güzellik duygusundan uzak, fonksiyonu ön plâna çıkaran, mahremiyete kapalı, tabiî, hattâ içtimaî çevreden kopuk, tek başına ve hepsinden öte insanı hiç hesaba katmayan beton yığınlarıdır. Bu yığınlarda mekân metre metre bölünmekte, dört köşe arasında zamanın ve mekânın her türlü sonsuzca genişliği, amûdî yüksekliği, derinliği ve dinlendiriciliği kaybolmakta ve insana, üzerine dar, sıkıcı ve betondan ikinci bir elbise giydiği intibaı vermektedir.”
Bu karamsar tabloya rağmen Turgut Cansever; “mimarîde yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye'dir” demişti. Ona bunu söyleten inancın kaynağı neydi? 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısından itibaren bugüne gelinceye kadar ülkemizde mimarlık nazariyatı anlamında son derece kısır ve verimsiz geçen bir dönemde adeta tek başına mücadele ederek müslüman kimliğiyle bütünleşen bir mimarlık nazariyesi ortaya koyan Turgut Cansever'in bu birikimini değerlendirebildiğimiz ve onu anlayabildiğimiz ne yazık ki söylenemez. Daha geriye gidildiğinde, İkinci ve Birinci Ulusal Mimarlık dönemlerinde yaşanan nazarî ve tatbikî tecrübelerin, Osmanlı dönemindeki zirveye çıkış ve iniş süreçlerinin yeni nesiller tarafından anlaşılmadığı ve değerlendirilmediği, gerek bunların gerekse Modern Mimarî maceramızın zayıf ve güçlü yanlarının neler olduğunun üzerinde durulmadığı bir gerçek.
Dünyanın git gide daha da birlikden, ahenkden uzaklaştığı, üslûplar devrinin geçmişte kaldığı, sanatın ve sanatçıların parçalandığı ve ferdî bir yol tuttuğu söylenedursun, kâinattaki vahdet sırrına ve kaynağını insan fıtratından alan geleneğin gücüne inanan bizler, bu dağılış ve savruluşun ilanihaye sürüp gidemeyeceğini, bunun kendi içinden bir birleşme ve toparlanma dalgasının geleceğini, hayatın akışına bakarak öngörüyoruz. Diğer taraftan, büyük sermayelerin hareket ettirilmesiyle adeta şehrin dev parçaları halinde gerçekleştirilen toplu konut projelerindeki tekdüze mimarînin de, tıpkı popüler müzikdeki tekdüzelik gibi insanî olmadığını görüyoruz. Biz; bu tezatlıklar arasında geçmişi ve geleceğindeki belirsizliklerle bulanıklaşmış dimağlara, bir ölçü ve rehber olabilecek hakikatlerin gün ışığına çıkmasında, bilginin münevver camiamızda paylaşılarak çoğalmasında ve yaygınlaşmasında, böylelikle geleneğin tıkanan yollarının açılmasında küçük de olsa bir katkımız olabilirse bahtiyar olacağız. Geleneğin geçmişe dönmekle sürdürülemeyeceğini, geçmişden geleceğe uzanan bir silsilenin hayatla iç içe, canlı ve insanla karşılıklı etkileşen bir halkası haline getirilmesiyle ancak yaşatılabileceğini savunan Gelenekten Geleceğe Dergisi; mimarîmizin geleceğine ışık tutacak kalıcı bir kayıt düşebilmek ve mimarlık camiasında tartışılan güncel konulara farklı bir yaklaşım getirebilmek adına projektörlerini mimarîmize çeviriyor ve sizlere mimarî fikir birikimimizden seçkin ve umut vadeden bir kesit sunma iddiasıyla karşınıza çıkıyor.
Bu sayımızdaki ilk mülâkatımızda Nuran Kara Pilehvarian; Osmanlı döneminden başlayarak bugüne uzanan modernleşme sürecimizin, şehirleşmemizin, Taksim Meydanı ve Topçu Kışlası'nın tarihini, Cumhuriyet dönemindeki cami mimarlığının durumunu ve kentsel dönüşüm projelerini yorumluyor. İkinci mülâkatımızda İlhan Tekeli; son yıllarda çok eleştirilen, siyasetin mimarîye müdahalesinin hangi sınırlarda meşru olabileceğinin ölçüsünü tartışıyor ve mimarî üzerinden modernleşme hikâyemizi anlatıyor. Bu mülâkatta, gerek bilimde, gerekse sanatta ithalâtçılığı nasıl aşabileceğimizin kendince bir reçetesini de veriyor sayın Tekeli. Ertuğrul Çağrı Korkmaz; son yıllarda sıkça tartışılan ve Çamlıca Camii örneği ile gündemi daha da meşgul eden 'cami mimarîsi' üzerinden, mimarîde taklitçilik ve tekrarcılığın sınırlarına, sanatın tanımından başlayarak açıklık getirdiği yazısında, kendi mimarî çizgimizi bulmamızın ipuçlarını araştırıyor ve birbirimize ötekileştirmeden, empatiyle yaklaşarak toplumsal bir uzlaşı tesis etmemizin de bunda rolü olacağına vurgu yapıyor. Sevcan Güleç; bir medeniyet göstergesi olarak kentin ve mekânlarının görünenden çok daha derin anlamlarla yüklü olduğunu, mimarlık tarihiyle birlikte ele alıyor. Hasan Bacanlı; Batı'nın ve İslâm'ın zaman ve mekân algısının farklı olduğunu, Cumhuriyet döneminde mimarlığın laikliğin etkisinde kaldığını, apartmanlaşmayla birlikte insan-mekân ilişkisinin kişiliksizleştiğini, Türklere ve Müslümanlara özgü bir mimarînin tarihe karıştığını dile getiriyor. Ali Değirmenci; yazısında Topkapı Sarayı'nın mimarî özellikleriyle birlikte, müthiş bir düzen içinde işleyen Osmanlı saray hayatının ayrıntılarını da aktarıyor. Mahmut Babacan; bir edebiyatçı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mimarîye vukufiyetini, onun bir çok eserine atıflar yaparak tesbit ediyor. Metin Şenbil; İstanbul'un ulaşımında giderek artan bir yere sahip olan raylı taşımacılığı ve raylı sistemin en önemli istasyonlarından biri haline gelecek olan Taksim'i, kentsel çevresiyle beraber ele alıyor ve Topçu Kışlası'nın bu alana anlam katacağını savunuyor. Dosya dışı bir konu olarak ise Alper Gürkan; esasen sosyalist bir kavram olan 'sosyal adalet'i, devlet, toplum, iktisat, din ve felsefe ilişkileriyle geniş bir çerçevede ele alıyor ve bu kavramın İslâmî düşünce içinde kabul edilebileceğini öne sürüyor. İşte yine dopdolu bir içerikle Gelenekten Geleceğe Dergisi huzurlarınızda...
Musikimiz sayısında buluşmak üzere...


Dergi için irtibat:
gelenekdergi@gmail.com

2013-09-26

Gelenekten Geleceğe Dergisi


     Bu derginin temel misyonu, bizi biz yapan, bizi “değerli” kılan kadim değerlerimizi, mana tarihimizi, köklerimizi yeniden keşfetmek.  Bu keşif sürecinde ortaya çıkarılanları yeniden üretmek, yeniden okumak, yeniden yorumlamak, zamanın ruhuna ve asrın idrakine yeniden söylemek… Geleneği bugüne ve geleceğe taşımak; geleneğin yaratıcı yenilenmesini temin etmek… Bir nevi yaratıcı muhafazakarlık…
       Bu sayımızda değerlerimizi dosya konusu yaparak bu temel misyonumuzu değerlerimiz bağlamında hayata geçirmek istedik. Değerlerimizin bilinmesini, tanınmasını, yaşanmasını istedik. Hem keşif hem inşa hem de eylem içinde olmak istedik. Değerlerimizin önemini vurgulamak istedik. Bunu niçin yapıyoruz: Çünkü değerlerimiz bizlere nasıl yaşamamız gerektiğine işaret eden anlam haritalarımız; eylemlerimiz için ufuk noktalarıdır. Değersiz toplumlar fırtınalı sularda pusulasız yol almaya çalışan gemiler gibidir.
     Biz öncelikle “kendi değerlerimiz” diyoruz. Kendi değerlerimizi vazgeçilmez sabitelerimiz olarak kabul ediyoruz. Bu bağlamda Hazret-i Mevlana’nın pergel metaforu bizim için yol göstericidir. Bir ayağımız/sabit ayağımız sıkıca ve sağlamca kendi değerlerimizin üzerindedir; öteki ayağımızla da evrensel değerlerle temas halindeyizdir. Serbest ayağımızla, doğuyu ve batıyı, tüm evreni tarıyoruz… Kendi değerlerimizi terk etmeden, evrensel değerleri ıskalamadan, dengeli bir yol haritası oluşturuyoruz… İçi boş bir tarafsızlık, yönsüzlük ve yansızlık içinde değiliz. Kendi değerlerimizi önceleyerek, evrensel olanla irtibatı koparmayarak, kendi yönümüzü tayin ediyoruz…
    Genel olarak değerleri, özel olarak da değerlerimizi neden önemsiyoruz; neden merceğimizi bunların üzerine tutuyoruz? Çünkü kontrolsüz, değerden bağımsız ve sabitesiz bir modernleşme/ilerleme söylemi ve eylemi, hem insanlığı hem de evreni hiç de hoş olmayan bir noktaya getirdi. Gözü kapalı ve hatta zaman zaman gözü dönmüş bir ilerleme söylemi ve eylemi sonunda katı olan/sabit olan her şey buharlaştırıldı; manevi olan terk edildi; insanı insan yapan geleneksel değerler unutturuldu… İnsanlık anlamsız ve başıboş bir şekilde savaşın ve terörün hükümferma olduğu bir dünyanın ortasına yapayalnız bırakıldı.
     200 yıllık bir modernleşme macerasının sonunda insanlık vahim bir manzarayla karşı karşıya kaldı: savaş, terör, devrim, darbe, anomi, gelir dağılımı adaletsizliği, çevre kirliliği, küresel ısınma, açlık, yoksulluk, yabancılaşma… Bu patolojik manzaranın rehabilite edilebilmesi, insanlığın yeniden sükunete kavuşturulabilmesi için modernleşme sürecinde unutulan, tahrip edilen ya da buharlaştırılan değerlerin, manevi (anlamlı) olanın yeniden keşfi ve yeniden yaşam alanına dahil edilmesi gerekiyor… Bu bağlamda, aşk gibi, hikmet gibi, adalet gibi, gönül gibi… modern insanın unuttuğu kavramları yeniden gündeme getirmek istiyoruz… Değerlerimizi eğitim süreçlerine yeniden dahil etmek istiyoruz… Harap olan gönüllerin yeniden diriltilmesini diliyoruz… Bu vadide Yunus’u yeniden okumayı öneriyoruz: Ben gelmedim dava için benim işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim.
     Değerden yoksun ve kadim bilgelikten yoksul modern insanın, elde etmek için toplumu ve kendini helak etmekten kaçınmadığı iki nesne vardır: İktidar ve kapital. Bu iki nesne uğruna dünya iki defa yangın yerine çevrilmiş, tabiat imha edilmiş, toplumlar kaosa sürüklenmiştir… Günümüzde artık insan “insanlık”tan çıkmış, terör daimileşmiş, şiddet sıradanlaşmıştır… İşte bu yüzden geleneksel anlam yüklü (manevi) değerlerin yeniden ihyası gerekiyor. Aşkın, hikmetin, adaletin ve gönlün yeniden diriltilmesi gerekiyor. İktidar uğruna her şeyi mübah gören insanlığa Mevlana’yı hatırlatmak gerekiyor: Allah’ın otoritesi karşısında hepimiz birer oyuncağız/ Zengin ve güçlü olan O, hepimiz dilencileriz./ Birinin diğeri üzerinde imtiyaz aramasının ne gereği var?/ Hepimiz aynı evin eşiğinde bulunurken.
     Basit dünyevi çıkarlar uğruna, para ve iktidar hırsıyla birbirinin gırtlağına yapışmış doğunun ve batının insanlarını kadim değerler ekseninde bir barışa davet ediyoruz. Yine Mevlana’nın diliyle söyleyelim: Beri gel, daha beri, daha beri/ Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?/ Bu hır-gür, bu kavga nereye dek?/ Sen bensin işte, ben senim işte/ Ne diye bu direnme böyle?/ Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?/ Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek.
    Evet, Gelenekten Geleceğe dergisinin kadim bilgelik peşindeki yolculuğu “Değerlerimiz” sayısı ile devam ediyor. Bu sayımızda mevzuun üstadı hocalarımızla yaptığımız çok önemli mülakatlarımız bulunuyor.  Yine üstad yazarlarımızın kaliteli yazıları da sayfalarımızı süslüyor. Yeni ve değerli bir sayımızda daha buluşmak dileğiyle…

2013-04-17

"Gelenekten Geleceğe" doğru yolculuk


Değişim her dönemde vardı ama modernleşme değişimin değişmesi şeklinde tecelli etti. Modernleşme değişimi radikal ve fundamantel bir niteliğe büründürdü. Değişimi fetişleştirdi. Modernite, önüne çıkan her şeyi dümdüz ederek adeta ilerleyen bir canavara dönüştürdü. İnsanlığın asırlar boyunca üretmiş olduğu, doğruluğu asırlar içinde kanıtlanmış kadim değerleri berhava etti. Modern insan, geleneğin sükûn ve güven veren imkânlarından mahrum kaldı. Zaman içinde insanlık geleneğin önemini, kadim değerlerin imkânını yeniden kavramaya başladı. Fakat artık gelenek hemen elimizin altında duran bir değer olmaktan uzaktadır. Gelenek ve kadim değerler, üstü örtülmüş, keşfedilmesi gereken hazineler haline gelmiştir.

İşte “Gelenekten Geleceğe” dergisinin temel amacı geleneği ve kadim değerleri yeniden ortaya çıkarmak, üstü küllenen değerleri yeniden gün yüzüne çıkarmaktır. Kısaca ve özetle, derdimiz keşf-i kadimdir. Önce geleneği bütün parlaklığıyla yeniden ortaya çıkarmak ve ardından aktüel olanın karşısında o kadim değerleri yeniden yorumlamak… Yeniden üretmek, yeniden fark ettirmek ve yeniden sahibine takdim etmek… Akif’in deyimiyle asrın idrakine hitap etmek… Günümüzün modern insan tipi ile kadim değerleri yeniden buluşturmak…

Bizim medeniyetimizde geleneksel ve kadim değerler yaklaşık iki asırdır, ‘çağdaşlaşma’ adına yok sayıldı ve horlanarak bir anlamıyla yok olmaya mahkûm edildi. Geleneği ve kadim değerleri silme yolunda sistematik bir “devlet baskısı” da oluşturuldu. Toplumsal hafıza devlet aklıyla silinmek istendi; kadim değerlerin üstü betonla örtüldü, dışlanarak yok sayıldı, küçümsendi, ötelendi, ötekileştirildi…  Fakat bütün bu gayretler nihai amacına ulaşamadı. Kadim değerler yok edilemedi, silinemedi.  Son yıllarda kadim değerlere dönük ilgide büyük bir canlanmanın olduğunu memnuniyetle müşahade ediyoruz. Malum eski devlet aklının yerine yeni devlet aklı da, kadim değerlerimize ilişkin baskısı son on yıldan beridir, artık azaldığı da aşikârdır. Fakat kadim değerlere yönelik artan bu ilgiye cevap verebilecek nitelikli fikri yayın maalesef bulunmuyor. Özellikle geleneksel değerleri günümüzün sorunlarına uyarlayacak bir popüler dergi bağlamında büyük bir boşluk bulunuyor. İşte Gelenekten Geleceğe dergisinin birincil amacı bu boşluğu doldurmaktır.

Ülkemizde gündem çok hızlı değişiyor ve bu hızlı değişen gündeme hızlı ve popüler cevaplar vermek gerekiyor. İşte Gelenekten Geleceğe dergisi aktüel olana, gelenekten gelen değerler ışığında sağlam ve ikna edici cevaplar verme ihtiyacından doğmuştur. Muhafazakâr düşünce geleneğinin her soruna verecek bir cevabı bulunmaktadır. Fakat bu cevabın üretilmesi ve modern insana takdimi için bir mecraya, bir vasıtaya ihtiyaç bulunmaktadır. İşte bu derginin amacı, muhafazakâr münevverlerin güncel sorunlara/sorulara cevaplar üreteceği ve bu cevapları toplumun anlayacağı sade bir dille ifade edeceği bir mekân ve mecra olmaktır.

Muhafazakâr düşünce “kökü mazide olan ati”dir. Muhafazakâr düşüncenin her devirde söyleyecek sözü vardır. Önemli olan bu sözü güzel ve yerinde söylemek, bu sözü zamanın ruhuna uygun söylemek ve bu sözü kadim hikmete vakıf insanların anlayacağı bir dile söyletmektir. Dergimizin yayına hayatına çıkışının esas misyonu budur. Dergimiz, kadim değerleri günümüz insanının idrakine uygun bir dille ifade etmek; kadim hikmeti günümüz insanıyla buluşturmak istiyor… Geleneği tebellür ettirmek istiyor… Geleneği günümüzle yeniden buluşturmak ve taşımak, oradan da gelecek nesillere bir miras bırakmak istiyor.

Bu misyonla yayına hayatına başlayana dergimizin ilk sayısı ‘sanat’ temasıyla karşınıza çıkıyor. Çünkü son zamanlarda üzerinde en çok tartışılan konuların başında sanat gelmektedir. Bu bağlamda birçok soruya cevap aranırken, sanatın varlığı ve toplumsal işlevi hakkında da derin tartışmalar yapılmaktadır. Sanat nedir? Sanat sanat için mi yoksa sanat toplum için mi? Muhafazakâr düşünce ile sanat arasında nasıl bir ilişki mevcuttur? Muhafazakâr sanat olabilir mi? Sanat ve politika ilişkisi nasıldır ve/veya nasıl olmalıdır? İşte bu ve buna benzer birçok soru değerli düşünürümüz, akademisyenlerimiz, edebiyatçılarımız ve tarihçilerimiz tarafından tartışılmış ve bu sorulara cevaplar üretilmiştir.

Bu sayımızda yer alan makaleler:
Türkiye’deki “Muhafazakâr Sanat” tartışması bir anlamda Mustafa İsen’in  "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz" sözleri ile başladı. Tartışmanın öncül isimlerinden olan İsen’in hem edebiyat profesörü hem de Kültür Bakanlığı Eski Müsteşarı olması hasebiyle, kendileri ile uzun bir mülakat yapıldı. Bu mülakatta İsen, varolan sanat anlayışımızın geleneğimizden ayrı düşünemeyeceğimizi güçlü argümanlar ile ortaya koyuyor. Besim Dellaloğlu “Kriter, Kritik Kriz: Dünyalı bir Kültür-Sanatın İmkânları” başlıklı yazısı ile güncel tartışmalara önemli bir katkı sunmaktadır. Dellaloğlu bu önemli yazısı ile kriterlerin bulunmadığı bir ortamda kritik yapılamayacağını, aksi halde bir kriz ortamı oluşacağını belirterek güncel sanat tartışmalarını özetleyen ve konuya farklı bir açıdan bakmamıza imkân sağlayan bir perspektif sunmaktadır. Düşünce dünyamızda kendine has bir üslubu olan Hasan Bülent Kahraman “Muhafazakâr Sanat Üstüne Edebiyat ve Mimarlık Bağlamında Bazı İrdelemeler” başlıklı makalesi ile güncel muhafazakâr sanat tartışmalarını doğal bulduğu ve hatta bu konuda tartışmaların daha derinlere inmesi gerektiği üzerine güncel analizler ve yorumlarıyla renk katmıştır. İkinci mülakatımız kültür, sanat ve tarih alanlarındaki çalışmalarıyla bilinen,  “Muhafazakârlık ve Sanat” konusunda Türkiye’nin en yetkin isimlerinden biri olarak kabul edilen Beşir Ayvazoğlu ile yapıldı. “Yaratıcı Muhafazakârlık” kavramı ortaya koyan Ayvazoğlu’na göre insan önce içinden geldiği dünyayı bilecek sonra o dil ile dünyayı kavrayacaktır. Zamanımızda sadece gelenek ile beslenmek yeterli değildir aynı zamanda evrenseli de gözetmek zorundayız. Sanat denilince edebiyat, edebiyat denilince şiir, şiir denilince ilk akla gelen isimlerdendir değerli hocamız Hilmi Yavuz. Şairliğinin ve edebiyatçılığının yanı sıra düşünce hayatımızda özgün bir yeri olan Hilmi Yavuz’un şairliğinin 60. yılında ‘Sanat’  sayısında ‘Şiir’ üzerine uzun bir mülakat yaptık.
Edebiyatımızın yeni yüzlerinden Sadık Yalsızuçanlar sanat tartışmalarına “İslam Sanatının Manevi Doğası” yazısı ile İslam anlayışı içinde sanatın yeri ve İslami sanat anlayışının arka planı hakkında doyurucu örnekler ve analizlerle önemli bir konuya temas etmiştir. Önemli siyaset bilimcilerimizden Ali Yaşar Sarıbay “Sanat Olarak Politika” yazısı ile ihmal edilmiş bir konuya değinmiş ve politikacılar arasındaki farklılığın bilgelikte değil sanatta olduğunu vurgulamıştır. “Gelenek Savunusu”nun en önemli metinlerinden biri olan “Gelenek ve Bireysel Yeti” adlı T.S. Eliot’ın makalesine sanat tartışmalarında birçok yazar tarafından atıf yapıldı. Daha önce Türkçe’ye çevrilen metin bu sayımızda yeniden yayınlanmasının uygun olacağını düşündük. “Öz Yurdunda Garip” yazısında Mümtaz’er Türköne, “Muhafazakâr Sanat nedir? sorusunu, anılarını bizlerle paylaşarak cevaplandırmaya çalışmıştır. Değerli orkestra şefi Selman Ada “Muhafazakâr Avant Gardiste” yazısı ile kişinin hem muhafazakâr hem de avant gardiste, yani öncü olabileceği yolundaki düşüncelerini bizlerle paylaşmıştır. Mavi Yeşil Dergisi’nin editörü Hasan Öztürk “Siyasetin Tiyatroyla Sınavında ‘Günün Adamı’ Olmak” başlıklı çalışmasıyla, Haldun Taner’in 1949 yılında hazırladığı “Günün Adamı” isimli tiyatro oyunu ve ardından vuku bulan olaylar üzerinde durmuştur. Mahmut Erol Kılıç’ın geleneksel sanatlarımız ve buna fikri zemin hazırlamadaki rolü itibariyle tasavvufun rolü üzerine makalesi iki mesleğin arasındaki derin bağlantıya işaret ediyor. Son makalemiz, Bengül Güngörmez ve Üzeyir Tekin ait. “Muhafazakâr Düşüncenin “Estetik Kaygısı”yla İmtihanı” adlı makalede yazarlarımız, muhafazakârlık ve sanat tartışmalarına son on yıllık süreci dikkate alarak ilginç analiz ve yorumları ile bu sayımıza katıda bulundular.
Uzun yolculuğa çıkan bir derviş misali azığını hazırlayan dergimizin geçtiği duraklarda umuyoruz ki okuyucu tarafından hoş karşılanacak ve bağrına basılacaktır.