2013-08-15

Berceste Dergisi, Muhsin İlyas Subaşı Özel Sayısı

Berceste Dergisi, son sayısını Şair ve Yazar Muhsin İlyas Subaşı’nın 50. sanat yılı için özel sayı olarak yayınladı.

100 sayfalık özel sayıda Subaşı’nın biyografisiyle başlayan yazılarda Şairin çalışmaları ve eserleri gündeme alınıp değerlendiriliyor.

Berceste Dergisi’nin bu özel sayısında, Muhsin İlyas Subaşı, yaptıklarından söz ederken önemli bazı hususları dikkati çekerek şöyle diyor: “Burada ülkemin kültürüne sağladığım ancak pek de göz önüne gelmeyen birkaç husustan da söz etmek istiyorum: Biz, acılı bir dönemden geçtik. Daha 20 yaşına gelmemiş bir genç iken Menderes’in idamına şahit oldum. Onun sehpadaki resmini hala saklarım. Okulda öğrenci iken çok ağır baskılardan geçtim. Piyes yazdığım için göze battım ve okuldan atılmam için birileri okul idaresine talimatlar verdi. Buna rağmen, inanmışlığımın gereği neyse onu yaptım. Dil konusunda sürdürdüğümüz bir mücadelenin sonucu olarak Türk Dil Kurumu’nun, Marksist eserleri nasıl koruduğunu, ödüllendirdikleri eserlerden örnekler vererek gösterdim ve bu kurumun kapatılması gibi bir olağanüstü başarıda pay sahibi oldum. Uluslararası düzeyde birçok edebi toplantıya katıldım ve buralarda konuşmalar yaparak Anadolu aydınının görüşlerine aracılık ettim. Bir Amerikalı Yazarın; Bayan Katharine Branning’in ülkemiz hakkında, maddi hiçbir değerle ölçülemeyecek kadar güzel ve etkili tespitlerle dolu “Bir Çay Daha Lütfen” adıyla eser yazmasına öncülük ettim. Merhum Ahmet Kabaklı’nın çıkardığı “Türk Edebiyatı” dergisi, ders kitabı ebadında ve az sayfalıydı. O yıllarda, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri yeni ve çok kaliteli dergiler çıkarmaya başladılar. Onların karşısında Türk Edebiyatı dergisinin durumu beni rahatsız etmeye başladı. Oturdum, gazete sahibi Kemal Ilıcak’a uzunca bir mektup yazıp, bunun düzeltilmesi gerektiğini anlattım. Verdiği cevapta, ‘Senin uyarın üzerine Kabaklı Hoca’nın dergisini tesislerimizde basacağız’, şeklinde mektubu geldi ve dergi gerçekten bugünkü muhtevasını 1979’da kazanmış oldu.”

Bekir Oğuzbaşaran’ın Muhsin İlyas Subaşı’yla uzunca bir konuşmasının da yer aldığı dergide, Subaşı hakkında, Mustafa Miyasoğlu, Katharine Branning, Selim Tunçbilek, Mehmet Nuri Yardım, Hüzeyme Yeşim Koçak, Muammer Yılmaz, Remzi Yıldırım, Ünal Tayfur, Vedat Ali Tok, Sergül Vural, Mehmet Gökkaya, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Şevket Bulut, Emir Kalkan, H:Fethi Gözler, Şadi Hüner, İbrahim Minnetoğlu, Enes Pala, Hasan Avni Yüksel, Selçuk Gönlübol, Ümit Fehmi Sorgunlu, Halime Biray, Sevinç Ç okum, Ahmet Sıvacı, Gülcan Kulen, M. Halistin Kukul, Ahmet Kaplan, Sait Özer, Muhittin Ziya Gözler ve A. Vahap Taştan Yazılarıyla, Mehmet Çayırdağ, Mahmut Fidanil, Kemal Ahmet Şen, Yusuf Akyüz ve Şükrü Ünal şiirleriyle çeşitli yorum ve değerlendirmelerde bulunuyorlar.



2013-08-12

Divan Dergisi

Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ yazdı...                                             
Bu yazı, bir derginin hikâyesi gibi görünse de, aslında ülkücülerin sanat damarlarının kesilmesini; destan çağı neslinin zihninin nasıl çoraklaştırıldığını anlatır.  

Divan’a Giden Yol


    Silah seslerinin insan sesini ve sanatın sesini bastırdığı yıllardı. Herkes her gece, tedhiş olaylarından ve “devleti ele geçirmek”ten dem vurur; herkes, her sabaha yorgun bir beyinle uyanırdı. 


      O yıllarda,  bir grup “aykırı” ülkücü, “ülkücü sanat”ın olmayışından dem vurur, hiç olmazsa bir sanat-edebiyat dergisinin hasretiyle yanıp tutuşurdu. (O yıllarda Töre, Hisar  ve Türk Edebiyatı dergileri de çıkardı ama demek ki bu dergiler ülkücüleri kesmiyormuş.)


      Bu satırların yazarı, 1976 yılının Ekim ayında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde üniversite tahsiline başlamış; Kasım ayında da Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na geçmişti. Bilinçli bir şekilde edebiyat okumaya gelmişti ve bundan taviz vermeye hiç de niyeti yoktu.


      Bir akşam saat 23 civarı, Yüksek Öğretmen Yurdu’ndaki odasına “teşkilatçı abi”lerden birkaç kişi geldi ve afiş yapıştırıp duvarlara yazı yazılmaya çıkılacağını; yarım saat sonra, kantinde toplanılacağını söyledi. Bu satırların yazarı, “Ben duvarlara caddelere çok yazı yazdım; dergi çıkarın, bundan sonra dergilerde yazacağım.” dedi ve o gece “afişleme yazılama eylemi”ne katılmadı. 


“Ülkü Pınarı” Zamanı


    O zamanki “abi”ler ne kadar iyiymiş!..  Yüksek Öğretmen “reis”i, Fen Fakülteli Murat “abi” ile bir süre sonra, dergi talebimizi görüştük. Ben, Yağmur Tunalı, Cemal Kurnaz, Ahmet Nezihi Turan, Ayhan Pala, Muharrem Erdoğan, Ercan Çalışkan ve birkaç kişi daha, dergi çıkaracak olan heyette yer aldık.  Böylece Ankara’daki Ülkücüler, 1977 yılında, Yüksek Öğretmen Okulu bünyesinde ama Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nin kontrolünde, Ülkü Pınarı adlı bir dergi çıkarmaya başladılar. Dergi, birkaç sayı çıkardıktan sonra, Genel Merkez’in müdahalesi ile kapandı. Hatta son sayısı Akay yokuşundaki bir matbaada kaldı.




Divan’a Doğru


      İlk dergi heyecanı ekâmete uğramıştı ama bizler hâlâ dergi çıkarma sevdasında idik. Akşamları gençlerin çoğu,  “vatan kurtarma ve kavga-döğüş hikâyeleri” konuşurken, biz geceler boyu bir dergi çıkarmanın yolunu konuşur; bu arada, birbirimize güzel şiirler, hikâyeler, denemeler okurduk. 


      Ara sıra, Fevzi Çakmak Sokak’taki TÖMFED binasının arkadaki küçük odasında (Demirtepe köprüsünün yanındaki hergün Gazetesi binasının 7. Katındaki toplantıları ben hatırlamıyorum.) bir araya gelir, derginin sanat paradigmasını konuşurduk. Kavuniçi badanalı küçücük oda, sigara dumanına boğulur, dumandan birbirimizin yüzünü zor görürdük. Hergün gazetesi Ankara bürosunda çalışmakta olan Beşir Ayvazoğlu, dergi heyetine bu toplantılarla katılmaya başlamıştı.


 Geçiş Dönemi: Prova Baskı


       1978 baharında, derginin adının DİVAN olmasına karar verdik ve o yaz Ankara’da kalan ekip bir sayı çıkarmak için kolları sıvadı. 


      Kapak tasarımını, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü hocası rahmetli Coşkun Karakaya’nın yaptığı bir sayı çıktı. “Aylık fikir ve sanat macmuası DİVAN” serlevhalıydı ve DİVAN kelimesi tuğra olarak tasarlanmıştı. Kapak rengi kavuniçine çalan koyu bir renkti. Derginin eb’adı, 16.5x23 ölçülerindeydi.


      Divan’ın sahibi Ercan Çalışkan, Yazı İşleri Müdürü Muharrem Erdoğan idi. (Muharrem Erdoğan’ın soyadı, dergide “Ergin” olarak basılmıştı.)


       Dergi çıkmıştı ama nasıl çıkmıştı?!... 


       O sayıda pek çok eksikle ve yanlış vardı. Yazı İşleri Müdürümüz Muharrem Erdoğan’ın soyadından başlayan yanlışlık, “İdare Yeri” kısmında sadece “Fevzi Çakmak Sokak” yazmakla devam ediyor,  Haberleşme Adresi’nde ise No: 15/13 Demirtepe-ANKARA yazarak bitiyordu. İdare Yeri kısmında bina numarası ve semti yazmıyor; haberleşme adresinde de sokak adı yer almıyordu.  Daha dergi jeneriğinden kaybediyor; bir adresimizi vermeyi bile doğru dürüst beceremiyorduk. 


       O sayıda, Ercan Ç. İmamoğlu (Yani Ercan Çalışkan. Ülkücü şehit Yusuf İmamoğlu’na izafeten böyle bir takma isim kullanıyor.) “Muhterem Okuyucu” başlıklı takdim yazısıyla yer alırken, Ali Akbaş, Erdal Başbuğ, Kemal Yurdakul Aren, Yağmur Tunalı, Yılmaz Soyer, Cemal Kurnaz, Şükran Su, Dilek Derman, Bayram Bilge Toker (Daha sonra “Tokel”) ve Şevket Bulut’un şiirleri, denemeleri ve hikâyeleri yer aldı. Fakirin de çini mürekkeple 2 deseni vardı o sayıda. ( O zamanlar resimle ilgilenirdi fakir.)


     Divan’ın ilk sayısı, Ülkü Pınarı’nın kötü bir kopyesiydi ve çok amatör bir dergi havasındaydı. Böyle bir dergi ile “ülkücü sanat ateşi” harlanmazdı…


Ve Namludan Fırlayan Mermi: DİVAN 


       İlk sayıda hezimete uğramıştık… Tabii o sayıyı “prova sayısı” olarak kabul edip piyasaya vermedik.


       Ama bıkmıyorduk…


       Sanattan edebiyattan anlamayan (Hâlâ da anladıklarını zannetmiyorum ya!…) ülkücüler için illâ da bir kaliteli dergi çıkaracaktık…


       Güz mevsimi geldiğinde yeni bir heyecanla, taptaze ümitlerle tekrar bir araya geldik…


       Bu defa her şeyiyle yepyeni ve etkili bir şekilde devam edecektik.


       Komutayı, zevk-i selimine güvendiğimiz Beşir Ayvazoğlu aldı… Toplantı üstüne toplantılar yapıldı… Bu defa iddialı ve kararlıydık ve Türkiye’nin en kaliteli “ülkücü sanat-edebiyat dergisi”ni çıkaracaktık…


       Ve ilk sayı, Kasım 1978’de çıktı… Artık “Fikir ve Sanat Mecmuası” değil, “Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi” idi.


İlk Sayı


        İlk sayı kapak tasarımından yazar kadrosuna kadar pek çok değişiklikle çıktı ve Milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde bomba etkisi yaptı. Herkes “Noluyo?...” şaşkınlığındaydı.


       İkinci ve sonraki sayılarda, yazar skalası genişleyerek devam etti. Beşir Ayvazoğlu, Yağmur Tunalı, Ali Akbaş, Cemal Kurnaz, Ahmet  Nezihi Turan, Namık Açıkgöz (Namık Yaykınlı imzasıyla), Ahmet Turan Alkan, Mustafa Çalık, Naci Bostancı (Mehmet N. Bostan imzasıyla), Vedat Bilgin, D. Mehmet Doğan, Lütfü Şehsuvaroğlu (Derviş Edip ve Muhip Alp imzalarıyla), Bayram Bilge Toker, Mehmet Aksoy, Muhsin Mete (Mehmet Muhsin imzasıyla), Vedid Eymen, Sadık Kemal Tural, Osman Çeviksoy, Musa Doğan, Yılmaz Soyer, Ahmet Tevfik Ozan, Şevket Çalık Dedelioğlu, Yunus Zeyrek, Avni Doğan, Sait Önaçan, Nejat Sefercioğlu, Yalçın İzbul, İbrahim Berber, Kemal Yurdakul Aren, Abdurrahim Karakoç, Mehmet Önal, Ayhan Pala (Mehmet Ayhan imzasıyla), Baheddin Karakoç, Çetin Pekacar, Nazım Hikmet Polat, Oğuzata Altaylı gibi isimler bu dergide yer aldılar. 


       İlk 2 sayının jeneriğinde sadece sahibi ve Yazı İşleri Müdürünün adı yer alır. (Şükür, bu dönemde derginin adresini doğru dürüst vermeyi başarmıştık.) 3. Ve 4. Sayıda, “İdare eden” olarak Beşir Ayvazoğlu’nun adı yer alır. Yazı Hayeti’nde ise Beşir Ayvazoğlu, Musa Doğan, Ali Akbaş, Derviş Edip, Yağmur Tunalı vardır.


       4. sayıdan sonra dergide bir iç darbe yapılmış; Yağmur Tunalı yazı heyetinden ayrılmıştır. (Yağmur Tunalı bu “iç darbe”yi, bütün çıplaklığıyla Kavga Günleri adlı eserinin 215-234. sayfalarında anlatır.) Bu “darbe”, basit bir nöbet değişimi değil; ciddi bir “zihniyet tereddîsi”nin, yani “zihniyet gerilemesi”nin başlangıcıdır. O “tereddî”den sonra, bir daha “ülkücü sanat-edebiyat” olmamıştır; bundan sonra da olacağa hiç benzemiyor.


       5. sayıdan itibaren Beşir Ayvazoğlu dergiden ayrılır ve A. Nezihi Turan “Teknik Yönetim”e getirilir; Yazı Heyeti’nde ise Sadık K. Tural, Musa Doğan, Ali Akbaş ve Derviş Edip vardır. Dergi, bu arada Demirtepe’den Cebeci’deki Talat Paşa Bulvarı, no: 146/18 adresine taşınır.


       Ekim 1979’da yayınlanan 12. sayısında derginin Teknik Yönetim’ine Mehmet Önalgetirilir; Yazı Heyeti’ne Cemal Kurnaz eklenir. 12. sayı Ekim ayında çıkmıştır ama 13. sayı taa 1980 Mart ayında çıkar. 


        Divan’da 13 sayı boyunca değişmeyen iki isim vardı: Sahibi Ercan Çalışkan, Yazı İşleri Müdürü Muharrem Erdoğan. Bu vefalı insanların birkaç sayı sonra sadece isimleri vardı dergide, kendileri yoktu… 




      Heyecanla ve aşkla çıkmış bir 13 sayıdır Divan’ın macerası. İç darbelere rağmen büyük fedakârlıklarla ve büyük ideallerle çıkmıştır o sayılar. 


       Ülkücü bir sanat-edebiyat dergisinde, şiirler, hikâyeler, denemeler, sinema-tiyatro yazıları, nitelikli musiki yazıları, kitap tanıtmalar yer alır. Hatta ben, “Bu ülkücüler resimden falan anlamıyor… Biraz öğrensinler…” diyerek bir resim sergisi değerlendirmesi bile yapmıştım.


        Yazıların tamamında temel ilke,  “özgünlük” ve “yerli bakış açısı” idi. Slogana falan iltifat edilmedi hiç. Hele 11. sayıya kadar olan sayılar ve özellikle ilk 4 sayı, değil sadece ülkücülerin, Türkiye’nin sanat-edebiyat anlayışına ray değiştirtecek nitelikte idi. 


         Olmadı… Yaşatmadılar… “Yüce ilahlar” istedi, “cüce ilahlar” uyguladı ve bizler; saf sanat peşinde koşanlar, 13. sayıdan sonra dergiden ayrıldık. Zaten ondan sonra Yeni Divan adıyla devam eden dergi pek tutmadı; 5 sayı çıktı ve 12 Eylül darbesi oldu. 


           Divan, bazı yazarları dahil, tamamen üniversite öğrencilerinin çıkardığı bir dergi idi. Küçücük omuzlarına büyük bir yük alan destan çağı gençlerinin heyecanı ve azminin sembolüydü Divan dergisi.

            Gençlerde heyecan vardı ama para yoktu... Finansı parti ve Ocak sağlayacaktı.


            Dergi, slogana yaslanmadan, özgün ve yerli bakış açısıyla ülkücü-milliyetçi sanat anlayışını oluşturmak amacıyla çıkıyordu. İç darbelere rağmen, ilk ekipten olup da ümit kesmeyenler dergiyi, 4. sayıdan sonra da desteklemeye devam etti.


      Ayrılığa giden soğuk günler


      Soğuk bir kış günü… Divan dergisi için toplantıya çağrılmışız…


Ben, Ahmet Nezihi Turan ve Ali Akbaş, buzlarda kaymamak üzere birbirimize tutunarak gitmişiz dergiye. Bıyıklarımız buz kesmiş, ellerimiz ayaklarımız donmuş…


       Talat Paşa Bulvarı’ndaki dergi binasındayız…


       Kaloriferler yanmıyor…


       Salonda Sadık K. Tural var…


       Bizi buz gibi karşılıyor…


       Dışarı buz, salon buz, karşılayan buz… Düşünün ortamı!…


       Hemen konuya giriyor. Kaşlarını gâh çatıp gâh kaldırarak:  “Bu dergi, Türkçü-Turancı bir dergidir!... Bu dergide Türkçü-Turancı olmayanların yeri yoktur!... Türkçü-Turancı olmayanı limon gibi sıkarız!...”


       Ben, Nezihi ve Ali hoca birbirimize baktık. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk.


       Toplantıya üçümüz çağırıldığımıza ve bu laflar bize söylendiğine göre, demek ki, bu üç kişi, “Türkçü-Turancı” değildi ve limon gibi ezilmeliydi…


       Sanırım Türkçü-Turancılıktan o gün istifa ettim(!)…


       Noluyordu?... Neler dönüyordu?...


      Bir şeyler olmuş ve Beşir Ayvazoğlu, 4. Sayıdan sonra,  dergiden ayrılmıştı… Yüce ilahların hışmına uğramıştı anlaşılan. Dergide kalan arkadaşlarla 7 sayı daha çıkarmıştık ama ağzımızın tadı kalmamıştı. O arada bir de “limon gibi sıkılmak”la karşılaşılınca, soğuk su ilave edilmiş bulgur pilavı gibi dağıldık.


     Tuhaf Şeyler Oluyordu


      Bu arada başka tuhaflıklar da yaşanmıştı.


      Dergiye büyük emek veren 2 arkadaş, o kavga günlerinde pasifist oldukları gerekçesiyle cezaen, Yüksek Öğretmen Yurdundan uzaklaştırılmıştı. Bir akşam da,  Dil-Tarih “reis yardımcısı”, beni yargılamaya gelmişti. Suçum, “Ülküdaşları okumaya yönlendirerek pasifize etmek”ti. Reis yardımcısı, akşam odama geldi. Suçumu yüzüme okudu ve “Arkadaşları pasifize etmeyeceksin!... Bu okulun efesi benim…” deyince tepem attı… “Sen o yüzün efesiysen (Ege Bölgesindendi reis yardımcısı); ben de Manisa yüzünün efesiyim. Var mı başka diyeceğin?”…” dedim ve ekledim: “Yarına elini yumruk olarak en iyi kullanan değil, elinde kalem olanlar kalacak.” dedim. Kılıma dokunamadılar.  (Sonradan öğreniyorum, “okul teşkilatı” olarak beni yargılama kararı almışlar. “Okul teşkilatı dediğin, reis, reis yardımcısı ve 3 kişi daha… Konu “okul teşkilatı”nda görüşülmüş. Kimse beni yargılamaya cesaret edememiş. Sonunda iş “reis yardımcısı”nın üstüne kalmış.)


       Yağmur Tunalı, Kavga Günleri adlı kitabında, Divan’da yaşanan iç darbeyi bütün ayrıntısıyla anlatır ama, darbeden sonra, kendisiyle beraber bir yazarın daha, cezaen Yüksek Öğretmen yurtlarından uzaklaştırıldığını niye söylemez acaba?.. Bu bir mahviyetkârlık mı, yoksa, “kol kırılır yen içinde kalır” politikası mı? Belki de enaniyet ve nefsaniyet olmasın veya fazla ayrıntı ile okuyucu esası kaybetmesin diye o konuya girmemiş; sadece aforoz edilip hain ilan edildiğini söylemekle yetinmiştir. Ama bir üniversite öğrencisi için barınma imkânının elinden alınarak sokağa mahkûm edilmesi ne demektir a dostlar?...


         Aşk İle Şevk İle


        Biz sabah akşam dergiyle uğraşırken, yazılardı, matbaaydı, dağıtımdı diyerek gecemizi gündüzümüze katarken, bir grup ülkücü, bizlere “Divaneler” derdi. Biz de onlara, Tarihe geçecek olan yazıdır…  Biz yarına ulaşacağız, siz bugünde kalacaksınız…” derdik.


        Divan dergisi, Türk edebiyat ve düşünce tarihi açısından önemli bir dergidir.


         İlk 4 sayı tam bir düşünce ve edebiyat dergisi olarak çıkmış; geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir. Paradigmaları ve iddiaları itibâriyle “yerlilik” vurgusu ağır basan dergi, açıkça söylenmese de “Medeniyet Milliyetçiliği” teziyle hareket etmiştir. Sloganik ve folklorizme saplanıp kalmış edebiyata karşı olan Divan’cılar, “öz insan”ı anlatmak istiyorlardı. Bunun yolu da “Medeniyet Milliyetçiliği”nden geçiyordu.  Zaten bu tür bir kabul, sloganik bir tavırla ifade edilseydi, dergi ve yazarları kendileriyle çelişirdi. Çünkü dergi ekibi, sloganların boğduğu bir Türkiye’de sanatın ve kültürün insanî boyutunu ön plana çıkarmak amacıyla bir araya gelmişlerdi.


         Deve Dişi Adamlar Kaldı


         Divan dergisi, ikindi güneşi gibiydi... Kemal Paşazâde’nin Yavuz Sultan Selim için söylediği,


                                               Az müddetde çok iş itmiş idi
                                              Sâyesi olmış idi âlem-gîr

                                              Şems-i asr idi asrda şemsün
                                              Zılli memdûd olur zamânı kasîr

kıt’asında belirttiği gibi,  Divan dergisinin yayın süresi az olmuştu ama etkisi uzun sürmüştü ve hâlâ da sürüyor.


   O dergiden Cemal Kurnaz, A. Nezihi Turan, Ayhan Pala, Namık Açıkgöz, Mehmet Önal, Vedat Bilgin, Ahmet Tevfik Ozan, Nazım Hikmet Polat, Naci Bostancı, Yılmaz Soyer gibi akademisyenler; Beşir Ayvazoğlu, D. Mehmet Doğan, Taha Akyol, Mustafa Çalık, Ahmet Turan Alkan gibi düşünce adamı yazarlar, Yağmur Tunalı gibi bir şâir, Bayram Bilge Tokel gibi bir halk müziği icracısı ve yazar çıkmıştır. Bu isimlerin çoğu, o zaman da ön cephede idi; şimdi de bazıları gene ön cephede ve Türkiye’nin değişimine katkıda bulunuyorlar.


           İyi ki o okul dergisi Ülkü Pınarı ile başlamış ve Divan ile devam etmişiz...Ve iyi ki iddialarımızdan ve tezlerimizden vaz geçmemişiz ki bugün elinde kalem olan hâlâ bizleriz.


             Ya Divan’dan sonrası?…


              Divan’dan sonra, yeni ekip Yeni Divan adıyla devam etti. Çıkaranlar gene arkadaşlarımızdı ama dergi politik bir merkeze kaymış, Türkeş’in kitaplardan iktibas edilen görüşleri yayınlanmaya başlamıştı. Zaten 5 sayı çıktıktan  sonra 12 Eylül darbesi oldu.


             Alper Aksoy, 1982’de Doğuş Edebiyat’la devam etti bir süre... Divan’da yazanların bir kısmı, Doğuş Edebiyat’ta yayınladırlar yazdıklarını... Bir kaç yıl çıktı; o da kapandı. Çünkü “teşkilat dışı” bir yayın organıydı Doğuş Edebiyat... Ülkücülerde bir kere teşkilat afaroz etti miydi, işiniz bitmişti.


             Bir ara Kahramanmaraş’ta, Bahattin Karakoç Dolunay adlı bir dergi çıkardı. 4-5 sene yayınlanmıştı herhalde. Sonra o da kapandı.


              O gün bugündür ülkücülerden, Emine Işınsu ve iki-üç yazar hariç, ne romancı çıkmıştır, ne hikâyeci, ne de şâir!... Romanla, hikâyeyle şiirle meşgul olanlar da zaten Divan ekolünden gelmedir.


               “Eleştiri” mi dedin?...  “Lider, doktrin, teşkilat eleştirilemez” diye yola çıkan bir görüşten, hiç eleştiri çıkar mı Süheylâ? 



Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ


Kaynak: murekkephaber.com

2013-08-02

Edep, 42

Edep'in Ağustos sayısı çıktı.

Derginin bu sayısında Arif Ay'ın "Kırıla Kırıla" şiiri dikkat çekiyor.

Ziya Işıklı "Gece" başlıklı denemesiyle gündeme damgasını vuruyor.

Eyüp Önder "Lirik Çıngılar"da Mısır'daki şehadeti konu alıyor.

Arif Ay "Gün Dökümleri"nde güncele ilişkin konulara değiniyor.

Elif İnceli "Edep'e Gelenler"de Mehmet Baş'ın "Tabirsiz Rüyalar" ve Mustafa Ruhi Şirin'in "Güneşe Yol Yapan Çocuk" kitaplarını tanıtıyor.

Zeynep Okur "Altı Çizili Satırlar"da Seyit Kutup'tan bir alıntıya yer veriyor.

Musa Deniz'in "Mehmet Akif İnan ve Şiiri" başlıklı yazısı bu sayıda sona eriyor.

Halis Emre'nin "Necip Fazıl'ın Bitmeyen Savaşı" başlılı yazısı bu sayıda da sürüyor.

"Güldeste"de Ahu, Enderunlu Vasıf ve Erdal Çakır'dan dizeler yer alıyor.

Ayrıca "Rivayet Ola ki" ve "Tılsımlı Satırlar" köşelerinde ilginç metinler dikkat çekiyor.

E-POSTA GRUBU

Dergi~lik e-posta
dergilik@googlegroups.com