diriliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diriliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2012-11-25

“Diriliş” dergisine dair



   Diriliş mektebi

  “Diriliş, bir ayrılışın, İslâmdan ayrılışın sona erişi, bir kavuşmanın, ona yeniden kavuşmanın başlayışıdır.

  Diriliş, bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur. Acı deneylerden sonra, varoluşun gerçek anlam ve amacına dönüştür Diriliş.

  Diriliş, sade bir duygu, bir düşünce ya da bir eylem tazelenmesi davası değildir. Lâfzın ötesine ve arkaplanına inerek, ordan ruhu, gönlü ve davranışı hakikatın yüksek fırınında yeniden özbenliklerine kavuşturma çilesi olarak onu benimsemek gerekir. “ ( Diriliş Muştusu, s.24 )

   Sezai Karakoç’un eserleri okunduğunda ‘Diriliş’ kavramının tanımı, içeriği ve kökleri hakkında daha geniş bilgilere, tespitlere ulaşabiliriz. ‘Diriliş’  kavramı Sezai Karakoç’un bütün eserlerinde öze ilişkin kurucu bir nitelik taşır. Devamında ‘medeniyet’, ‘millet’, ‘hakikat’ kavramları vurgulanır.

   Diriliş, büyük sarsıntıların, yıkımların, yenilgilerin yaşandığı bir çağda yeniden başlayabilmenin adı. Bir düşünce mektebi. Aşk, sabır ve gayret ile yürüyüş. Son devir fikir ve edebiyat tarihimize tesir eden, yön veren Diriliş Akımı hakikati bütüncül bir bakışla duyurma ve anlatma çabası olarak karşılık buluyor.

   Kadim değerlere doğrudan ve dolaylı saldırılar neticesinde dün ile bugün arasındaki bağlar kopmuştu. Topluma dayatılan taklitçiliğin, köksüzlüğün kabul edilmesi mümkün değildi. Olup bitenleri sorgulama, muhasebe kaçınılmazdı. O dönemde özellikle mütefekkirlerin, ediplerin huzursuzluğu eserlere yansımaya başlamıştı.

   Mehmet Âkif, şahit olduğu yıkımlara dayanamaz ve derin acılar içinde Mısır’a gider. Yahya Kemal, bir arayış çabası olarak Osmanlının fetih günlerini tahayyül eder ve İstanbul’un güzelliği ile avunur. Ziya Osman Saba, değerlerden uzaklaşmış bir neslin yaşadığı buhranı görür ve yitik çağın güzelliklerini vurgular. Ahmet Hamdi Tanpınar bu çalkantılı günlerde sürekli bir huzur arar. Lakin değer verdiği hususları çoğu zaman dışarıdan, uzaktan izlemekle yetinir.

   Ve “Büyük Doğu” dergisi yayınına başlar. Necip Fazıl “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” nidasıyla sesini yükseltir. Bu sese ses verenler kısa zamanda çoğalır. “Büyük Doğu” dergisi bir mektep olur. O mektepten yetişen şahsiyetler hakikat medeniyetinin birer erleri olarak hizmet ederler.

    Zaman içinde daha bir derinleşen, kökleşen duygu ve düşünce ortamı yeni açılımlar, yeni dergiler ile yolculuğunu geliştirerek sürdürür. Bu durum bir kopma değil bilakis yeni bir soluk ile taze bir sunum ile yolculuğun güçlenerek devam etmesidir.

   “Büyük Doğu” dergisi ile “Diriliş” arasındaki bağlar ve Diriliş’in yayın anlayışı üzerine Eyüp Onart şu tespitte bulunur: “Büyük Doğu’nun şartlarıyla Diriliş’in şartları arasında farklar vardır. Büyük Doğu içinde bulunduğu şartlar gereği aksiyoner özellik taşırken açık bir cephe özelliği de gösteriyordu. Diriliş’in tutumu, Büyük Doğu’nun hazırladığı şartları önemli ölçüde canlı tutmak ve geliştirmek özelliği taşımakla bu iki dergiyi birbirinin bütünleyicisi sayabiliriz. Diriliş, kendi içimizde gelişmenin şartlarını yeniden ele almış, olaylar üzerinde sağlıklı bir biçimde düşünmemiz için kapılar açıcı bir yol; uygarlıklar, müslümanlar, insanlık vb. üzerinde bizi aydınlığa götürecek biçimde düşünebilmemiz için olağanüstü açık bir anlayış getirmiştir.” ( ‘Kurucu Anlayış ve Bir Dergi’, Yeni Sanat, s.3, Şubat 1974)

    “Diriliş” dergisi devam eden bir düşünce çizgisinin yeni bir yorumu olması bakımından önemlidir. Bir bütünlük ve ahenk içinde mektep özelliği taşır “Diriliş” dergisi. Bu yönüyle de düşünce, edebiyat ve sanat dünyamızda karşılık bulur “Diriliş”.

“Diriliş” dergisi çevresinde

  “Diriliş” dergisinin ilk sayısı 1960 yılının Nisan ayında yayımlanır. 1960-1992 yılları arasında “Diriliş” dergisi yedi dönem (aylık, on beş günlük, haftalık ve günlük olmak üzere) 396 sayı çıkmıştır.  Bu dönemleri şu şekilde belirleyebiliriz:
. Diriliş-1.dönem(Nisan 1960-Mayıs 1960, 2 sayı)
. Diriliş-2.dönem(Mart 1966-Mart 1967, 12 sayı)
. Diriliş-3.dönem(Ekim 1969-Ocak 1971, 16 sayı)
. Diriliş-4.dönem(Eylül-Ekim 1974-Şubat 1976, 18 sayı)

   Diriliş dergisi 4. döneminde üç aylık bir aradan sonra yeni bir biçim ve yapı ile yoluna devam eder. Bu ara dönemde Diriliş, 6 Mayıs 1976-3 Ağustos 1978 tarihleri arasında 42 sayı yayımlanır.
. Diriliş-5.dönem(Ekim 1979- Eylül 1980, 12 sayı)
. Diriliş-6.dönem(7 Ocak 1983-16-17 Haziran 1983, 161 sayı)  
. Diriliş-7.dönem(25 Temmuz 1988-5 Şubat 1992, 133 sayı)

   Kısıtlı imkânlar ile çıkan “Diriliş” dergisi dönemin şartları, ekonomik meseleler vd. sebeplerden dolayı yayınına zaman zaman ara vermek zorunda kalmıştır. Bu ara dönemler dergi üzerine yeniden düşünme, değerlendirme, toparlanma ve diri bir oluşumla yola çıkma fırsatını beraberinde getirmiştir. Sezai Karakoç, 25 Temmuz 1988 tarihli “Diriliş” dergisinde bu hususta şöyle der: “Her duruşumuz, Allah’ın izniyle bir birikim oldu. Geçmişte yapılanların yerine oturması, temelleşmesine yaradı bu duruş. Bu duruşlar isteyerek olmadı. Ama biz sabrettik. Sonradan başlamayı Allah bize nasip etti. Hep doğmak, yeniden doğmak, tekrar be tekrar doğmak. İnsanoğlunun nasibi bu. Diriliş ki, toplumun yeniden ayağa kalkması için ta yüreğimizden gelen bir sesleniştir. O da toplum gibi, hep yok olma ve var olma arasında bir gidip gelmenin, dirilmenin çilesini yaşıyor. Toplumun çilesine sahici bir şekilde sahip çıkılabilmesi için, kendisinin de aynı çileyi çekmesi şart.”

     Bir inceleme ve değerlendirme çabası olarak “Diriliş” dergisinin ulaşabildiğimiz nüshaları üzerinde özellikle duracağız. İşte inceleyebildiğimiz dergi nüshalarından birkaç örnek:

  “Diriliş” aylık dergi. Ağustos 1975,  12.sayı. 82 sayfa. Derginin künyesinde yer alan bilgiler: Ayda bir çıkar, düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi.   “İnsanlığın Dirilişi-Propaganda” başlıklı yazı Diriliş imzasıyla yer alıyor. Sazai Karakoç imzalı “Devriliş” başlıklı yazı, Osman Yahya isimli yazara ait “İslâmın İç Görünümünden”(Çev: Tahir Yücel) başlıklı çeviri metin, Prof. Dr. Hamid Algar’ın tarihi-sosyolojik bir araştırması “Bosna’da Nakşibendi Tarikatı  Üzerine Notlardan” (Çev:Mehmed Değirmenci), Fütuhat-ı Mekkiye’den bir iktibas, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu’ndan divan şairlerimizden Vecdî ve şiirleri üzerine bir inceleme yazısı, Tarih-i Selaniki’den bir iktibas, Zülküf Canyüce imzalı “Yitik Cennet-İbrahim” başlıklı yazı, Zülküfül Makamında-Diriliş Neslinin Amentüsü başlıklı yazı, Ebubekir Eroğlu’nun “Masumluğu Savunmak” isimli denemesi, Sezai Karakoç’un “Esir Kent’ten Özülke’ye” şiiri, Ezra Pound’tan Kâmil Eşfak Berki’nin çevirdiği “Can Yoldaşı Baladı” isimli şiir, Stanley Kunıtz’dan Ahmet Kot’un çevirdiği “Kalb Kemiren” isimli şiir, A. Cahit Zarifoğlu’nun “Şekiller” isimli şiiri, Alâeddin Özdenören’in “Ölüm ve Adam Kadın” başlıklı şiiri, Arif Soylu’nun “Saklanan” isimli şiiri, Ahmet Kot’un “Hayat Omzumda Birikir” isimli şiiri, sanat üzerine yazılar ve yeni kitaplar hakkındaki değerlendirmeler, D. imzalı “Görünen Aya Selâm” başlıklı yazılar yayımlanmış.

      “Diriliş” aylık dergi. Haziran 1980 , 69 sayı. 42 sayfa.  Derginin künyesinde yer alan bilgiler: Ayda bir çıkar. İnanç, düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi. İçindekiler: Makamda-Nöbetçi, Diriliş Muştusu-Barikat ve Işık, Millet, Devlet ve Yöneticiler(Sezai Karakoç), Leylâ ile Mecnun(Sezai Karakoç), Sedat Umran’dan iki şiir, Ruh Yalnızlığı(Herbert W. Schneıder, Çev: Yener Sonuşen, Cemşid Perviz), Bir Sanatçı Olarak F.Nietzsche(Alfred Werner, Çev: Sedat Umran), Duruş (Conrad Aıken, Çev: Yüksel Peker), Sezai Karakoç’tan Bir Piyes(Çeyiz).

  “Diriliş” Pazartesi-Perşembe Günlüğü, düşünce-edebiyat ve siyaset günlüğü. 5 Ağustos Perşembe,  9 Ağustos Pazartesi 1976, Sayı:37-38. “İnsan” başlıklı Diriliş imzalı başyazı, Filistin’de yaşanan acılara dair bir yazı, dünyadan özellikle kültür-sanat ağırlıklı haberler, Sezai Karakoç imzalı  “Sürekli Değerlendirme” başlıklı yazı, Zülküf Canyüce imzalı “Yitik Cennet-Son Peygamber ya da Yeniden Bulunmuş Cennet” başlıklı yazı, Batı Edebiyatından çeviriler, Şakir Diclehan’ın klasik edebiyat incelemeleri kapsamında ele alıp değerlendirdiği “Hazık Mehmed Efendi” başlıklı yazılara yer verilmiş.

  “Diriliş” haftalık düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi. 18 Ağustos 1989, Yıl:30, Dönem:7, Sayı:57. Cuma günleri çıkar. Fizikötesi Açısından- “Kader” yazısının dördüncü bölümü, Sezai Karakoç imzalı “Hareketsizlik ve Kaynağı” başlıklı yazı, tasavvuf alanında Risâle-i Behaiyye’den iktibas edilen bir yazı, Karl Jaspers’e ait “Putlaştırma” isimli yazı (Çev: Kamil Öztürk), tarih alanında Z.N. imzalı “Üçüncü Selim Devri” başlıklı inceleme, Sezai Karakoç’un Hâtıraları- Ankara –S.B.F. Yılları, Mehmed Yasinoğlu imzalı “Anadolu’nun Dirilişi” başlıklı yazı, John Weıghtman’dan “Uyumsuzluk Hayalleri” (Çev: Mesut Güvenli), Şakir Diclehan “Nev’i-Zâde Atâi” hayatı, sanatı konulu inceleme yazısı, “Alain Bosouet Paul Gilson’un Şiirlerine Işık Tutuyor” (Çev: S.Y)  başlıklı yazı yayımlanmış.


   “Diriliş” dergisinin çeşitli dönemlerinde şiirleri, yazıları ve çevirileri ile yer alan isimler:  Sezai Karakoç ve ayrıca müstear isimlerle( Diriliş, Zülküf Canyüce, Mehmet Yasin, Sait Yeni, İmzasız, S.K, Mehmed Yasinoğlu, D. ), Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Şakir Diclehan, Ebubekir Eroğlu, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Halil İbrahim Kaymak, Mustafa Ruhi Şirin, Kâmil Eşfak Berki, M. Cahit Atasoy, M. Güleçyüz, Kâmil Öztürk, Yüksel Peker, Sedat Umran, Halim Uğurlu, Said Çekmegil, Bahri Zengin, İsmail Kıllıoğlu, Cahit Koytak, Osman Sarı, İhsan Sezal, Mahmut Kanık, Durali Yılmaz, Ahmet Yücel, Mehmet Çavuşoğlu, Turan Koç, Nuri Pakdil, Ahmet Kot, İsmet Özel, Ömer Öztürkmen, Kemal Özyurt, Arif Soylu, Hamit Can, Necat Çavuş, Olcay Avcı, Cafer Barlas, Bülent Timur Demirgil, M.Ertuğrul Düzdağ, Mesut Güvenli,  Göksel Korkmaz, Süleyman Portakal, Hüseyin Atlansoy, Mevlüt Ceylan, Muzaffer Budak, Kâmil Doruk, Ömer Erdem, Haydar Murat Hepsev, Mevlâna İdris, Ahmet İşler, Yüksel Kanar, Cevdet Karal, Mustafa Kirenci, Erdem Bayazıt, Yener Sonuşen, Yusuf Yazar, Rıdvan Memi, Tahir Yücel, Ali Özkavaf, Turgut Akman, Türkay Gültekin…

   “Diriliş” dergisinin 3 Ekim 1979 tarihli, 61.sayısında yer alan bir mektupta şu ifadeler yer alır: “İnsanlığa çökmüş gecenin gündüze dönüşmesi, beklenen fecrin doğması, örtülmüş kavramların açıklanması, gizlenmiş hakikatlerin açılması, ruhlar barışının geri dönmesi, hakikat kültür ve medeniyetinin yeniden çiçeklenmesi için seninle birlikte ve benimle birlikte yola çıkmış bir yolcudur Diriliş. Onu bir dergi sanma. O sadece bir dergi değildir. Araçları amaçlarla bir sayma. Araçlar, amaç içindir ve ancak bu anlamla değerlidir.”

    “Diriliş” dergisi incelendiğinde edebiyat, tarih ve düşünce alanında bir odaklaşma görülür. Klasik edebiyatımızın ürünleri, şahsiyetleri üzerine değerlendirmeler, incelemeler yapılır. Klasik tasavvuf metinleri iktibas edilip yeniden değerlendirilir. Doğudan ve batıdan seçkin düşünce adamları, ilim adamları ve edebiyatçıların metinleri hemen her sayıda tercüme edilir. Tarih konulu yazıların da dergide yer bulduğunu görüyoruz. Salt bir edebiyat dergisi olmaktan ziyade edebiyatı, sanatı da içine alan ‘düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi’ olarak anlam kazanıyor “Diriliş”.

    “Diriliş yolu, tarihî-sosyolojik perspektifi, uygarlığı ve insanlığı, İslâm ruhunun özünden gelen aşkla ve bu anlayışla yeniden ışıtma yolu ve yordamıdır.” diyen Sezai Karakoç, bir ömür hak bildiği yolda yürüyüşünü sürdürmüştür. “Diriliş” dergisinde aşkı, çileyi, samimiyeti ve mücadeleyi okuyoruz. Çağının tanığı bir şahsiyetin olup bitenler karşısındaki erdemli duruşu, örnekliği gelecek zamanlar için de kıymetli bir işarettir.

    1960 yılının ilkbaharında yolculuğuna başlayan “Diriliş” dergisi özgün içeriği ve dili, yetiştirdiği edipleri ile düşünce ve edebiyat tarihimize kayıt düşmüştür. Sonraki zamanlarda çıkan dergiler, edebî-fikrî oluşumlar “Diriliş” dergisine çok şey borçludur.  Köklü mirasın farkında mıyız?

Murat Soyak


 * 'Değirmen' dergisi, 100 yılın dergileri özel sayısı

Kaynaklar:
Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu, Diriliş Yayınları, İstanbul, 5.baskı, 2008
“Diriliş” aylık dergi, Ağustos 1975,  Sayı: 12
“Diriliş” aylık dergi, Haziran 1980, Sayı: 69
 “Diriliş” Pazartesi-Perşembe Günlüğü, düşünce-edebiyat ve siyaset günlüğü,  5 Ağustos Perşembe,  9 Ağustos Pazartesi 1976, . Sayı: 37-38
 “Diriliş” haftalık düşünce, edebiyat ve siyaset dergisi, 18 Ağustos 1989, Yıl:30, Dönem:7, Sayı:57
“Hece” aylık edebiyat dergisi, Sayı:73, Ocak 2003, ‘Bir Uygarlık Tasarımı Olarak Diriliş Dergisi ve Sezai Karakoç’ Özel Sayısı, Ankara, 2.baskı
Turan Karataş, “Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, 1.basım, İst. 1998
Mustafa Çoban, Diriliş Neslinin Manevi Dinamikleri, Kardelen Yayınları, 1.baskı, Konya, 2011





2012-08-17

Ağustos Böceği Bir Meşaledir

“Ağustos Böceği Bir Meşaledir” şiiri, üstat Sezai Karakoç’un son dönem şiirlerdendir. İlk kez 7 Kasım 1988’de 7. dönem haftalık Diriliş dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştır. Sonra sekizinci şiir kitabı “Alınyazısı Saati”nin sonunda, ardından bütün şiirlerinin birarada yer aldığı “Gün Doğmadan” adlı eserinde sonuncu şiir olarak yer almıştır.

Bu şiir, ister bir nesne olsun, ister bir kişi, bir olay, bir kavram, ele aldığı her şeyi yenileyici, yorumlayıcı, unutuş tozundan; ölüm külünden silkeleyip diriltici ve ilk kez görüyor; duyuyormuşuz gibi hayret ve hayranlık uyandırıcı özelliğiyle tipik bir Sezai Karakoç şiiridir.

Ağustosböceği, yaşadığımız kültürel yozlaşma süreci içinde anlam dönmesine uğramış, tembel, düşüncesiz, bu sebeple de cezalandırılması gereken bir “böcek” olarak ders kitaplarımıza varıncaya kadar girmişti. Genellikle bizim klasik eserlerimizdeki meselleri çarpıtarak sunan bu “ikinci elden” düşme Batı’lı anlayışa göre ağustosböceği; yaz boyunca tembellik edip saz çalmakta, erzak biriktirmemekte, kış kapıya dayanınca da çalışkan karıncaya el açmaktadır. Bitmiyor, bu durumda karınca da acımasız bir alaycılıkla onu tersleyip kovmalı, kış ortasında açlığa ve ölüme mahkum etmelidir. Öyle de yapıyordu. Şiir, kalkış noktası olarak ağustosböceğinin uğradığı bu “iftira”yı almakta, bu çarpık yaklaşıma esaslı bir cevap teşkil etmektedir. (Karıncanın uğradığı “iftira” ise henüz yazılmamıştır.)

Bu şiir, her şeyden önce kendisine vücut kazandıran zihniyet itibariyle, Batı düşüncesine güçlü bir itiraz, Batı’nın varlık’ı; bilhassa tabiatı ve hayvanatı tasavvur ediş ve kavrayış biçimiyle (oradan da insanı ve toplumu anlayışıyla) bir hesaplaşmadır. Tanrının yaratıştaki hikmetini kavrayamayan, görmek istemeyen insan, yaratılmışı insan aklının sığ kalıpları içinde anlamlandırma çabasına girişmektedir. Bu tutum, evrenin ve içindekilerin tanımına ve anlamına yabancılaşma sonucunu doğurmakta, bu da çatışmayı getirmektedir. La Fontaine, bu yüzden ağustosböceğini tembellikle suçlayıp karıncayla da çatıştırmaktadır. Oysa bu yaklaşım tümüyle sakat, hatta bâtıldır.

“Ey masalcı adam iftira ettin sen

Bu harikalar harikası böceğe

Onu suçladın tembellikle

En çalışkan onu görüyorum ben

Hiçbir karşılık beklemeden

Yazı ağustosu çamı çınarı

Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı çınarı”

Şair, varlığın anlamının çarpıtılması ve hakikatin üzerinin örtülmesi girişimine karşı, onun yaratılışındaki asıl hikmetin sezilmesine ve hakikatin tecellisine imkan sunan bir yeni ve doğru bakış, farklı bir perspektif getirmektedir. Durduğumuz yer bakışınızı, bu da gördüğümüze vereceğimiz anlamı belirler. Çünkü anlamın cevheri bakılan şeyde değil, bakan gözün bakışındadır. “En çalışkan onu görüyorum ben” diyebilmek, bu zemin farklılığıyla mümkün olmaktadır. Aşağıda da belirteceğimiz gibi o zemin İslam’dır; varlığı Vahy’in ışığıyla anlama ve kavrama, Kur’an’ın gözüyle görme üstünlüğüdür. Şiirdeki bu “gardını almış” tutumuyla üstat Karakoç, şairi bir “misyon adamı” olarak da gördüğünün, şair kimliğimizi, insan ve müslüman olarak vazifelerimizin “kapsama alanı” dışında tutamayacağımız anlayışını benimsediğinin güçlü bir örneğini de vermektedir.

“Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır

Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde

Tanrının sırrıyla bir mucizeyle

-Oysa nesli kesilmeliydi size göre-

Karakoç, (burada) La Fontaine’in temsil ettiği Batı düşünüşüne göre neslinin tükenmesi gerekirken her yaz “bir mucize gibi” yeniden ortaya çıkışını hatırlatmakla hem bu düşünüşün sürdürülemezliğine hem de yaratışın sürekliliğine işaret etmektedir. Bu şiir duyuş, düşünüş ve hatta kelimeleşme süreçleri bakımından, Bakara sûresinin 26. ayetinde geçen “sivrisinek” meselinden ve ayetin ruhundan beslenmektedir. Bunu özellikle yukarıdaki bölümü takip eden şu mısralarda daha bariz biçimde görürüz.

“Ama hiçbir zaman hiçbir yerde

Sönmez Tanrı’nın yaktığı meşale

İsterse bir böcekte olsun o meşale”

Ancak şiirin bütününü de o ayetin bir tür şerhi ve açılımı gibi okuyabiliriz. Sözkonusu ayette, Allah’ın, dilerse bir sivrisineği, hatta fevkinde olanı (daha da ötesini) “mesel” yapabileceği, bu durumun ise kimilerini (yoldan) saptırıp kimilerine doğru yolu, hidayet yolunu göstereceği anlatılmaktadır.

Şiir boyunca esasen bir böcek türü olmaktan çıkıp imgeye dönüşen ağustosböceği için, onu da aşan daha üst bir imge olarak “meşale” kelimesinin seçilmesi gerçekten coşku verici bir buluştur. Zira ayette sivrisinek ve fevkindeki (aşağı yukarı onun gibi olan böcekler, daha da ötesi, daha da küçüğü, büyüğü vb.) yaratıkların, insanları hem “yola getirici” hem de “şaşırtıcı” özeliklerine dikkat çekilmiştir. “Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan” ağustosböceği, varlığıyla yolumuzu aydınlatabileceği gibi, zenginlerin yoksulları açlığa ve ölüme mahkum ettiği, güçlünün zayıfı ezdiği ve ezmesi gerektiği anlayışıyla şekillenmiş bir “dünya cehennemine” de götürebilmektedir. Seçim elimizdedir, lakin niyetimize ve bakış açımıza göre küçücük bir böcek bile koca bir yol ayrımıdır.

Ağustosböceğini şair, bu sebeple (seçimini bu yönde yaptığı için) önümüzü aydınlatarak yolumuzu görmemize yarayan bir meşaleye benzetmiştir. Şiirin adındaki -ilk anda fazla bir kelime olduğunu düşündüren- “bir” kelimesi de ayetin sivrisineği fevkindekilerle birlikte anışı sebebiyle gerekli olmaktadır. Sivrisinek gibi ağustosböceği de meşalelerden bir meşaledir.

Aşağıdaki bölüm, küçük büyük bütün yaratılmışlar gibi ağustosböceğinin de bir yaratılış sebebi ve hikmeti bulunduğu, Allah tarafından “anlayan” ve “duyan”lar için uyarıcı ve müjdeci olarak gönderildiği düşüncesiyle yazılmıştır. Aynı zamanda ilginç bir duyma-anlama sıralaması da yapılmaktadır.

“Hiç yere bir şey yaratmamış olanın

Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık

Uyarıcı ve muştucu bir yaratık

-Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır

Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı-”

Acaba “anlayan için muştucu duyan için uyarıcı” mısraını, duymasını, anlamasını bilen için uyarıp müjdeleyicidir anlamından başka, anlayabilen için muştucudur, yalnızca duyan için ise uyarıcıdır biçiminde de anlayabilir miyiz? Evetse, bu durumda duymak, bir mesaja muhatap olmanın ilk mertebesi , anlamak ise müjdeler alacağımız daha üst ve yetkin bir makam gibi düşünülmüştür diyebiliriz.

Şiirde ağustosböceğinin yaz sıcağında minik gövdesine göre olağanüstü güçteki sesiyle durmadan ötüşü, modern Türk şiirinin en parlak örnekleri olarak da gösterilebilecek çok çarpıcı mısralarla anlatılmıştır. Özellikle giriş mısraları, eskilerin sehl-i mümteni dediği, derin ve güçlü bir sözü basit, yalın, kolayca söylenmiş hissi verir biçimde söyleyebilme kudretinin de örnekleridir:

“Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından

Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu

Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı

Ağustos bu seste

Bu durmayı unutmuş seste”

“Durmayı unutmuş ses”, duymayı unutmuş insana kendini ve tabiatı duyurmakta, hatırlatmakta, yol gösterip harekete geçirmektedir. Ağustosböceğini, onun ötüşünü anlayış ve aktarış mısralarıyla örülü aşağıdaki bölüm ise, imge yoğunluğu, çarpıcı yeniliği, coşkunluğu ve sesinin gücüyle adeta ağustosböceğinin ötüşünü andırmakta, giderek onu aşmakta, bu mucizevi ötüşün hikmetine kapılar açmaktadır.

“Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken

Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen

Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen

Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren

Adeta güneşle onlar arasına sesiyle bir perde geren

Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten

Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren

Çeşmelerden su sesleri alıp getiren

Sesiyle -o ufacık gövdesinden tüten-

Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten

Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen

Dünya cehennemine cenneti karşı diken

Işık kıyametine mızraklar havale eden

Harbeler gönderen oklar atan sesinden

Ağustosböceği deyip hor gördüğümüz

Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan”

Şiirde ağustosböceğinin kişileştirilmesinden sonra, ona yüklenen bazı görevlerle, onun bazı özellikleri bulunduğunu anlatan mısralar dikkat çekmektedir.

Bir kere ağustosböceği, çamları ve çınarları seven, onların (çamhanedanının) nesli tükenmesin diye övgü şiirleri (“kasideler”) okuyan bir şaire benzetiliyor. Yazı, ağustosu, çamı, çınarı gerçek yüzü ve derinliğiyle bize tanıtan da odur. Suyun değerini bilmemizi de öğretmektedir. Öyle ki suyu överken yeşil yapraklar üstündeki ışıltılı bir “çiğ damlası bir zümrüt” kıymetindedir der.

Gölgede saklanma kurnazlığını reddederek güneşi yakıcı güneş olarak kabullenir. Aç ve susuz kalmak pahasına, “matemden alevden bir gömlek” giyerek özgürlüğün sesi olmayı seçmiştir. Tevekkül sahibidir, daima iyiyi ve güzeli yaşamıştır. Gerçekçilik taslamayıp bizzat gerçeği yaşamış, gerçeği aramış ve aramaya çağırmıştır. Kimsenin acımasına ihtiyacı yoktur, gülüp geçer güya ona acıyan; ama aslında acımasız alaycılar olan sahtekarlara. Kimseden ürküp korkmadan, daima özgürlüğün ve gerçeğin sesi olmuştur. Yaşamanın en büyük ilkesinin sabır olduğunu bilir, bunu öğütler.

Yuvada, kızgın güneş altında annesiz bekleşen yavru kuşların, sessiz ve korumasız bahçelerin bile koruyucusu ve teselli edicisi odur. “Işık kıyametiyle” savaşır, sesinden harbeler gönderip oklar atar. Yavru kuşlara masallar anlatarak şırıl şırıl sesiyle onları serinletir, gecenin serinliğine götürür.

Bu kişileştirme ve övünç duyulası erdem ve faziletlerle anılma, ağustosböceği imgesinin çoğul hale gelmesine ve böylece şiirin çoklu okunmasına da imkan sunmaktadır. Bu cümleden olarak şiirde, (onun kişilik özelliklerinden hareketle) ağustosböceğinin ve onun vasıflarının; idealist insanı, inanmış dava adamını, islam aydınını, sadık aşığı ve özellikle şairleri anlattığı düşünülebilir ve her düşünüş de yeni bir okumayı getirebilir.

Şiirin bu şekilde farklı okunuşlarının her birinin bir yazı konusu olabileceğini düşünüyorum. Üstadın kişileştirme ve konuşturma tekniğini sıkça kullandığı sekiz bölümlü “Çeşmeler” şiirinde de çeşme-şair, su-şiir eşleşmesine elverişli bir çağrışım dili kullanılmıştır. Ağustos Böceği Bir Meşaledir şiirinde de, ağustosböceğinin kişilik özelliklerinin, en çok şairleri; çilekeş, ateşten gömlek giyerek kendini gerçeğe, iyilik ve güzelliklere adamış, özgür ruhlu şairleri çağrıştırdığını düşünüyorum.

Şiirin son bölümündeki (Gün Doğmadan’ın da son satırları olan) şu mısraları, aynı zamanda bir şairin iyi yaşanmış ömrünün ardından söylenmeye yaraşır anıt sözler gibi okuduğumu belirtmek isterim.

“Ateşle dans eder o güneşle dans eder

Çırçıplak çıkar güneşin karşısına

Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta

Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır”



Şaban Abak




Kaynak:
'Kaşgar' dergisi
Aralık 2003

2012-07-27

DİRİLİŞ AYI RAMAZAN, İSLÂM MİLLETİ’NE KUTLU OLSUN!

Milletim, Büyük Millet, İslâm Milleti! Allah’ın bize lütfettiği, her yıl imdâdımıza gönderdiği kutlu ay, Ramazan ayı, bin dört yüz otuz üçüncü kez yine geldi. Bilinç, irâde, sabır, umut ve bereketle geldi. Bu geliş, onun ulvî vazifesidir. Kıyamet kopuncaya kadar da bu görevine devam edecek. Ne mutlu ona, ne mutlu bize!

Milletim, Büyük Millet, İslâm Milleti! Bu kutlu ay, bizi, kişi olarak da, toplum olarak da UYANMA’ya çağırıyor. “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Bölünmeyin, parçalanmayın” diyor. Donanın, diyor. Bilgiyle, yüce islâm inancı ve ahlâkıyla, feraseti ve öngörüsüyle donanın diyor.

Kendi aranızdaki sorunları, görüşerek, anlaşarak, uzlaşarak çözün, halledin diyor, çağrısı, duruşu ve gelişiyle, sulh, sükûn, dayanışma ve kaynaşma ayı.

Ve bu kutlu ay, bizi, BİRLEŞME’ye çağırıyor. Bütün müslümanları tek millet, tek ülke, tek devlet olmaya çağırıyor. Batı’dan, Doğu’dan ve Kuzey’den gelecek bölünme, parçalanma, çatışma kışkırtmalarına kapılmayın diye sesleniyor bize.

İçimize bir hilâl gibi giriyor. Sonra büyüyor, büyüyor, dolunay oluyor.

Bu kutlu ay yüzü suyu hürmetine, bizi bağışla, ruhumuzu dirilt, İslâm Milleti’ni kendine getir ve dünyayı onun rahmanî hâkimiyetine ver Allah’ım!

YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
GENEL BAŞKANI
A. Sezai KARAKOÇ





Kaynak:
www.yucedirilis.org.tr

2012-07-19

Samanyolunda Ziyafet: Oruç Yazıları

Mütefekkir-şair Sezai Karakoç’un bir ömür boyunca daha çok ramazanlarda yazdığı oruç hakkındaki yazıları “Samanyolunda Ziyafet” adıyla kitaplaştı. Kitabın alt başlığı: “Oruç Yazıları”
Kitapta yer alan yazıların başlıkları bizlere çok şey söylemektedir: Betonları Kıran Oruç, Samanyolunda Ziyafet, Oruç ve Çocuk, Orucun 24 Saati, Orucun Ömrü, Aktüalite, Altın Gece, Bayram, Konuk, Sürekli Mucizeler, Her Yıl Bir Mucize Gibi Gelen, Oruç da Acıkır, Diriliş Saati, Silahımız, Yankı, Bir İftar ve Ötesi, Kadir Gecesi, Yolcu, Bayram, Oruç ve Diriliş, Orucun Ruhu, Ruhun Silahları, Ruhun Şöleni, İnsan ve Oruç, Görünen Aya Selâm, Hicretten Miraca, Oruç Dünyasında, Gök Armağanı Oruç, Orucu Benzerlerinden Fark Ettiren, Çocukluğumuzun Ramazanları, Çağrı, Oruç Ülkesi, Kara Bayramı Aka Çevirmek, Ramazanın Aynasında Hayat.

Oruç gelince özge bir zaman başlar. Ruhun ön planda olduğu bir zamandır bu. Kişi iyiliklere, güzelliklere doğru bir yürüyüştedir. Kirden, karanlıktan uzak günler… Kurtuluş günleri, arınma günleri: “Bir ev nasıl yılda bir defa temizlenir, örümcek ağlarından kurtarılır, kiremitleri aktarılır, sıvanır, yıkanır, onarılır ve badana edilir; yani yeni yapılmış hale getirilirse, bir ruh da yılda bir kere böyle bir genel temizlik ve revizyon ister. Bir şehrin temizlenmesi, onarılması, yeniden yapılması, sıva, boya ve badanalarının tazelenmesi ile müslüman bir şehrin oruç boyunca ruhî canlılık ve hareketi, yükselme ilerlemesi birbirini çok andırır. Oruç, demek ki bir noktadan bakılınca, ruhun ve vücudun dezenfekte edilmesi oluyor.”
(Betonları Kıran Oruç )

Hayatın monotonluğu, sıradanlığı yeni zaman ile ramazan ile değişir. Başka bir kapı açılır adeta. Bu kapıda umut, sevinç, gül aydınlığı… Hayatın bunaltan, usandıran tekrarları kaybolur. Yeniden başlamanın vaktidir: “İşte oruç, külü deşer, betonları kırar, eskiyen dünyayı tazeler, alışkanlıkları elâstikîleştirir, donmalarını önler, içgüdüleri pırıl pırıl yapar, insanı melankoliye düşmekten, yani eşyayla ilgiyi kesmekten, korur, kâinatı yeniden yaşanmağa değer bir yer haline getirir, insanı yeni doğmuşçasına yaşamaya hevesli, iştahalı bir yeni insan yapar.”(Betonları Kıran Oruç)

Değişim başlamıştır. Zaman, başka bir zamandır: “Hayvandan meleğe doğru yolculuk; içteki karanlıkların eriyişi, yerini metafizik ışıkların alması Oruçla… Gerçek gün doğuşu, gerçek kuşluk, gerçek öğle, gerçek ikindi, gerçek akşam ve gün batışı, gerçek gece ve yatsı Oruçla. Gerçek zaman Oruçladır.” (Samanyolunda Ziyafet)

Müslüman her yıl, bir ay bir ruh şölenine çağrılır. Yeniden varoluş: Yücelten, sağaltan…“Oruç insanın katıldığı, her yıl bir ay katıldığı bir ruh şölenidir. Üstün insanların davetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyafet, bir gök sofrasıdır.” (Samanyolunda Ziyafet)

Çocuğun dünyasında orucun yeri bambaşkadır. Evvela Ramazanı bekler. Çevresindeki konuşmalar ona kutlu bir misafirin geleceğini haber vermektedir. Ramazan bütün görkemi ile gelir. Evde bir değim başlamıştır. Çocuk bu değişime katılmaya çalışır. Sahura kalkar. Büyükleri “uyu” dese de o, dinlemez vakit geldiğinde uyanır. İftar vaktini sabırla bekler. Kulağı ezan sesinde… Çocuk ve oruç arasında bir iyilik ırmağı akar: “Oruç ve namazladır ki, kutsal bir dünyaya girer çocuk. Sözle değil; bizzat o dünyanın içinde yaşar Mutlak Gerçeği.”(Oruç ve Çocuk)

Ne güzel konuktur o! Evimizi, ruhumuzu aydınlatır; bizlere dirilişin imkânlarını sunar. “Her yıl bir ay için oruç mimarı bize konuk gelir. Gelir gelmez de kollarını sıvar ve işe koyulur. Bir kahve içimlik bile beklemez, dinlenmez. Kutsallığın işçisidir o. İlkin vücut evini şöyle bir yoklar. Bir sarsar insanı. Öyle sarsar ki bacalarda ne kadar birikmiş kurum varsa dökülür. Tabiat etkisiyle gevşemiş ve kopmaya yüz tutmuş sıvalar düşer. Yerinden oynamış kiremitler kayar. Organlar arasında, kasların eklem yerlerinde, hareketsizliğin ve ölümün sembolü olarak gerilmiş kaç örümcek ağı varsa yırtılır. Vücut konağı, böylece konuğun, büyük konuğun gelmiş olduğunu bilmiş olur. Sonra Oruç onarmaya başlar” (Konuk)

İnsanın bitmez sanılan koşuşturması var. Gün içinde bir telaş… Ve arada yaşanan aldanışlar, kayıplar…Zira oyun ve oyalanma çeker insanı. İşte bu gidişe son vermenin, tefekkürün zamanıdır. Nereye gidiyoruz, bu çaba niçin, neredeyim? soruları nefsimize sürekli sorulmalı. Bir çağrıdır oruç. Bağlanmanın, yakınlığın yeniden değerlendirildiği, noksanların tamamlandığı zaman: “Oruç, bu ümmete bağışlanmış; sağı ölüden, diriyi cansızdan ayıran, fark ettiren kutlu bir nimet ve emanettir.
(Her Yıl Bir Mucize Gibi Gelen)

Kur’ân sesi, namaz, merhamet… Bütün bunların neticesi olarak iyiliği çoğaltmak, kötülüklere engel olmanın gereği bir kez daha hatırlanır. Orucun müslümandan istedikleri vardır: “Evet, oruç da susar, oruç da acıkır. Orucun susadığı ve âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur’ân sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı, giyindiği, Allah adının yükseltilmesi yani cihadtır.” (Oruç da Acıkır)

Bekleyenler için gün doğmuştur artık. Rahmet, mağfiret günleri… “Uzun süren bir kuraklıktan sonra, dudakları çatlamış toprağından ötürü ellerini göğe kaldırmış çiftçi için birden boşanan yağmur neyse, biz müslümanlar için gelen bu oruç da odur” (Silâhımız)

İslâm insanı olmak… “Kur’ân, namaz ve oruçta dirilen bir İslâm insanı olmak: İşte çağımız müslümanının tek varoluş şartı.” (Silâhımız)

Karanlıklardan çıkış için kurtuluş için ramazan…“Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda İslâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa; bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır. (Oruç ve Diriliş)

Oruç günlerinde yaşadığımız her ân daha bir anlamlıdır, daha bir kıymetlidir. Taşlar yerine oturmuştur. İnsan bir dinginlik içindedir. Geçmişini hatırlar, bugünü değerlendirir, gelecek günlerin daha iyi olmasını umut eder. Gündelik alışkanlıklar terk edilmiştir. Özge bir oluş ile gün başlar. Yücelten anlamın ışığında vakit daha bir kıymet kazanır. Zaman ve eşya gerçek anlamına kavuşur. İnsan bu değişikliği gün içinde derinden duyar: “Oruç, eşyayı ve evreni de bize yaklaştırmış değil midir? Onu daha derinden algılamakta, kavramakta değil midir? Oruç ayında gündüz daha gündüz, gece daha gece değil midir? Güneş daha güneş, su daha su, toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman, mekân daha mekân, vücut daha vücut değil midir? Ve nihayet ruh, daha ruh değil midir? (Orucun Ruhu)

Şiirden: “ Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslâm baharı” (İnsan ve Oruç)

Şimdi başlayan bir muhasebedir: “Oruç, bir ruh analizi oluyor inanmış insan için. Geçmişini düşünüyor insan, yanlışlıklarını daha bir net görüyor. Eğrilmişse yolu, düzeltmek istiyor onu. Yay haline gelen “Doğru Çizgi” düzeltiliyor içimizde.
(Oruç Dünyasında)

Kaybettiğini hatırla !.. “Kendi kendinden uzaklaşan insanın kendine dönüşüdür oruç ayı”(Gök Armağanı Oruç)

Bir göç var, kutlu bir sefer…“Ramazan dünya içinde ahirete bir aylığına Müslümanların toptan hicreti gibidir.” (Orucu Benzerlerinden Fark Ettiren)

Artık beden geriye çekilir; ruh ön plandadır: “Ruh, oruç ülkesinde büyümenin sırrını keşfeder.” (Oruç Ülkesi)

Bizim için diriliş günleri, sevinç günleri, tövbe günleri... Bir yapının yükselişi gibidir: “Ramazan, biz Müslümanların kimlik hamurumuza bir güneş ışığı gibi sızmıştır. Kişiliğimizi mayalamıştır o. Kişiliğimiz onunla; o, kişiliğimizle yoğrulmuştur. İnsan ruhuna tabiatüstü pencereler açan odur.”
(Ramazan Aynasında Hayat)

Sezai Karakoç’un oruç yazılarını topladığı bu kitapta oruçtaki derin anlamlar ifade edilir. Dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılar bir araya getirilmiş. Oruç konusunu işleyen ilk yazısı “Betonları Kıran Oruç”, 1962 yılında “Yeni İstiklâl”de yayımlanmış. Kitapta yer alan son yazı özellikle bu kitap için hazırlanmış. Yazı için düşülen tarih: Ekim 2004.

Bir kitap bütünlüğüne kavuşan oruç yazılarında umudu, irfanı, uyanışı, iyiliği okudum. “Samanyolunda Ziyafet” e davetlisiniz dostlar !..


Murat Soyak


(Bahar Sürgünü, s.159-163)

2012-06-12

Sezai Karakoç’u Anlamak

“Kendi uygarlığımız
Yenilememiz gereken
Ve diriltmemiz
Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor ama
Varolmanın tek şartı
Kaderin kaderle çarpışması
Kaderin kaderi ertelemesi
Kaderin kaderi yenmesi
Yeniden varolmanın sırrı
Dirilmek ve diriltmek görevi
Ölümün çürütemediği güzellik
Ben o güzelliği söylüyorum
Ben o güzelliği söylüyorum
Ölümün ötesindeki güzellik”

Sezai Karakoç ( ‘Gün Doğmadan’ , s.678 )

Aşk ile yoğrulmuş, şiirle kanatlanmış, derviş sabrı ile kök salmış bir düşünce sisteminin mimarıdır Sezai Karakoç. Bütün eserlerinde bir şarkıyı terennüm eder. Aramızda izzetli, erdemli bir şahsiyet olarak bulunuyor. Eğilip bükülmeden, yiğitçe bir duruşla seslenir insanlığa. Sınırların ötesindedir. Düşüncesinde sınır taşlarını, dikenli telleri aşıp birlik denizine ulaşır. Başlayan ve devam eden kutlu bir çağrıdır. Bu çağrı, yitik cenneti, zamana adanmış sözlerle, hızırla kırk saatle, kıyamet aşısıyla yeniden bulabilme çağrısıdır.

Mütefekkir Sezai Karakoç

Sezai Karakoç'un mütefekkir vasfını özellikle vurgulamak gerekiyor. Sezai Karakoç'un adı ‘Diriliş’düşüncesi ile anılır. ‘Diriliş’ kavramı Sezai Karakoç'un eserlerinde derin anlamlar taşır.

Belli bir süreç dahilinde aşama aşama kendi düşünce sistemini kurmuştur. Kendi ifadesi ile: “Diriliş, aslında bir edebiyat akımından çok, bir hakikat akımıdır.” Eserlerinde sıkça tekrarlanır diriliş kavramı. Eserlerinde yer alan tanımlamalar: “Diriliş, bir ayrılışın, İslam'dan ayrılışın sona erişi; bir kavuşmanın, ona yeniden kavuşmanın başlayışıdır. Diriliş, bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur. Acı deneylerden sonra, varoluşun gerçek anlam ve amacına dönüştür Diriliş"

İnanç temelinde ruhun yeniden inşâsı dile getirilir. Maveradan sesler taşıma işi. “Bu dünyayı, ne yapıp yapıp ‘Öteki Dünya’dan haberdar kılmalı. Onunla tanıştırmalı. Unutmuş olduğu o dünyayı ona hatırlatmalı. Cennete doğru uzatmalı onu.”

İnsan ve iman arasındaki ilgiyi, bağı kavi kılma çabası bu: “Diriliş, ruhlarda kapanmış bir kapıyı açmak ülküsüdür”

Sezai Karakoç son devir düşünce tarihimizde eserleri ile zirve isimdir. Sanatının arka planında köklü bir ‘medeniyet’ duyarlılığı vardır. ‘Medeniyet’ kavramını şöyle tanımlar: “Medeniyet, bir topluluğun maddi ve manevi alanlarına, edebiyat, güzel sanatlar, fikir ve felsefe, müsbet bilgiler, teknik ve ahlâk alanlarına, aynı yönü, aynı neşeyi, aynı hüznü, aynı hızı, aynı ölülüğü, diriliği, aynı motifleri aynı dozlarla veren ruhî güçtür.” Sezai Karakoç duygu ve düşüncenin bir terkip halinde olmasını ve böylelikle uyanışın, dirilişin gerçekleşeceğini savunur.

Diriliş: “Yeniden inanmak, yeniden düşünmek, yeniden duymaktır.” İlhamını İslam dininden alan ve ‘medeniyet’ bilinci ile yeniden var olmayı, dirilmeyi amaçlayan; İslam'ın aydınlığında hayatı, insanı, kavramları, kurumları, olup bitenleri sorgulayan, tanımlayan ve çözümler üreten bir düşünce sistemidir ‘diriliş’.

Şair Sezai Karakoç

Sezai Karakoç şiiri şöyle tanımlar: “Şiir, hakikatın, doğa ve tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir.”

Sezai Karakoç, klasik şiirimizin iyi okunmasını, bilinmesini ister. Yalnız eskinin aynı şekil ve üslûp ile devam etmesinden ziyade değişen, yeni anlatım imkânları bulan çalışmaları tercih eder. “Asıl gerekli olan, eski şiirimizin ruhunun, algılamasının, şiire bakışının yeniden dirilişiydi. Biçimlerin ve mazmunların aynen alınışı, kullanılışı değil, onların bugünkü şartlarda doğurması gereken şekilleri. Yani, şiir, arûzla olmak zorunda değil, ama arûz ruhu ve yankısından sesler getirmeli; gül, bülbül, şarap, saki, rakip gibi mazmunların kullanılması yenilenmeli, ayrıca çağımızda bunlara karşılık, yeni mazmunlar doğurmalı idi.”

Sezai Karakoç şiir geleneğimizi yeni bir hamle ile bugüne taşımanın gereği üzerinde durur. Bunun sağlanması noktasında iki husus üzerinde durur. Geleneğin iyi bilinmesi ve özgün bir söyleyişe ulaşılması. “Aslında, yeni olmak, ‘eski’nin sırrını bulmaktır” der.

“Şair, bir toplum için başlı başına bir devrimdir” diyen Sezai Karakoç edebiyat, sanat, edebî şahsiyetler, şiir ve şair üzerine düşüncelerini özellikle ‘Edebiyat Yazıları-I’, ‘Edebiyat Yazıları-II’ ve ‘Edebiyat Yazıları-III’ isimli eserlerinde ifade eder. “Şair nedir? Kelimedeki hayatı bulandır.” der. Şiir hakkındaki şu tespiti üzerinde özellikle durmak gerekiyor: “Şiirin gerisinde insan olmalıdır.”

Sezai Karakoç şaire ‘önder olma’ görevi yükler. "Şair, geleceği bugüne çeker. Bizden birkaç yüzyıl ilerde yürür” der. Şairin görevini hatırlatır: “Veliliği, önderliği, kahramanlığı, savaşçılığı, aşkı ve ölümü, millet adına, insanlık adına kelimeler için bir daha yaşamak borcundadır. O, yalnız milletin geçmişini değil, geleceğini de yüklenmiştir. Gelecek felaketleri sezip çığlık çığlığa haber vermek, halkı uyarmak, ona yön göstermek, bunu da kalplere ve ruhlara işleyecek bir güçle yapmak ödevindedir" der. Bu ifadelerden hareket edecek olursak şair, bir bayrak şahsiyettir.

Hemen her şiirinde hikmet ışığını görebilirsiniz. Sezai Karakoç'un şiiri bir yönüyle ‘hikemî şiir’dir. Bazı mısraları, mısra-ı berceste hükmündedir. Arif Ay'ın ifadesiyle Sezai Karakoç: "Hikmet burcunda bir şair / İnsan-ı kamil burcunda bir yazar"dır.

Sezai Karakoç’un ‘İkinci Yeni’ şairleri arasında gösterilmesi ilmî bir yaklaşım değildir. Zira Sezai Karakoç hem şiirinde işlediği konular hem de bağlandığı düşünce ile dönemin diğer şairlerinden ayrılır. Aynı dönemde şiir yazmış olmaları, aynı çizgi üzerinde yürüdükleri anlamına gelmez. Sezai Karakoç’un bu konu hakkındaki açıklamalarını öncelikle okumak gerek. “Sanat Görüşü, Şiirimiz, Akımlar, Toplum ve Şiir Hakkında” isimli yazısının giriş bölümünde ‘Sanat Tutumum’ alt başlığı altında bu husustaki düşüncelerini açık bir dille ifade eder: “Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten ibarettir. Benim şiirim, aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış(MUTLAK)ı zaptetmektir. Gittikçe şiirde bunu yapmak istiyor şiirim. Bunun için, başlangıçta sanat planımda görünüşte çok yakın bir noktadan çıktığım arkadaşlardan şiirim uzaklaşıyor. Ses ve biçim, motifler ve imajlarda, başlangıçta çok yakın olduğumuz şair arkadaşlardan gittikçe, o biçimi dolduran ve o sesi fırlatan varoluşu idrak farkı yüzünden ayrılıyorum. Kişilik farkından. Ya da baştan beri olan bu farklılık, gittikçe daha çok beliriyor”

Sezai Karakoç, şiirinin ‘İkinci Yeni’ ile ilgisi, ilişkisi konusunda ayrıca şu açıklamayı da yapmakta: "Benim 'İkinci Yeni' ile ilgim, aynı dönemde şiir yazmam ve belki biçim bakımından bazı ortak yanlarımın bulunmasından ibaretti."

Ahmet Kabaklı, ‘Türk Edebiyatı Tarihi’ isimli eserinde şu tespitlerde bulunur: "Şiir üslubu bakımından az çok 'İkinci Yeni'ye bağlanabilir olsa bile sanatında görülen temalar ve inandığı değerler bakımından şiirimizde daha ileri, yeni bir ses."

Yunus Emre, Mevlâna, Fûzûli, Şeyh Galip, Mehmet Âkif, Necip Fazıl çizgisinin günümüzdeki temsilcisi Sezai Karakoç'tur.

"Bir gün anlaşıldığında Sezai Karakoç, bizim dünyamızda anlaşıldığında çok şeyin değişmiş olacağını müjdeleyebilirim. Onun fikir ve duygu derinliğine, onun ufuk genişliğine ulaştığında bizim dünyamız." der Ahmet Taşgetiren.

Mütefekkir- şair Sezai Karakoç ile aynı devirde yaşamak dahi büyük bir bahtiyarlık. Eserleri yeniden okunmalı. Diriliş düşüncesinin mimarı, o güzel insana selâm olsun !..


Murat Soyak


Kaynak:
'Bahar Sürgünü' kitabı, s.19-23

2012-05-18

Diriliş düşüncesinin mimarı Sezai Karakoç'tan açıklamalar, tespitler ve çözüm önerileri

"Batı parçalayıcı, İslam birleştiricidir" diyen Sezai Karakoç'a göre, Kürtlerden bir grup aydın çıksa 'Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir' deseydi, bugünkü durum olmayabilirdi.

Diriliş düşüncesinin mimarı Sezai Karakoç, batıcılık, milliyetçilik konusunda çarpıcı açıklamalar yaptı..'Batı parçalayıcı, İslam birleştiricidir' diyen Sezai Karakoç'a göre, Kürtlerden bir grup aydın çıksa "Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir deseydi, bugünkü durum olmayabilirdi. Karakoç, "Aslında bu ses çıkabilirdi de Kürt aydınından, müsaitti" diye konuştu.

Sezai Karakoç, "Kürtler kilit taşı rolündedirler. Birleştirme misyonunu üstlenseler idi halk bugünün yüz katı arkalarında olurdu. İçlerinde bulundukları dört devleti birleştirebilirler. Dilleri de böyledir. Kürtler birleştirme misyonunu üstlenseler idi, bugünün on katı yüz katı halk arkalarında olurdu. Dört devletçiği birleştirmek işini en çok Kürtler ve Kürt aydınları yapabilirdi. Öncülük anlamında tabi, yoksa tek başına yapamazlar. Ancak bu fikirler doğmadı, bu da yine devletin suçudur. Devlet medrese sistemini resmen kapattı. Sonra en önemlisi hocaların, ağaların, şeyhlerin çocuklarını devlet, Halk Partisi aldı. Güya asimile etmek adına ulus devletçi yapmaya kalktı. Bir kısmını Batı’ya eğitime gönderdiler. Sonra demokratik düzene geçince, hepsi milliyetçi oldular. Zihniyetleri ise CHP ile aynıdır" ifadesini kullandı.

İşte Sezai Karakoç'un İstanbul'da Diriliş Partisi il merkezinde yaptığı konuşmadan satır başları...

Sorunların temeli Osmanlı sonrası kurulan devletlerin suniliği köksüzlüğü

Devletimiz olan Osmanlı devleti 1918 de resmen bitmiş oldu. Sonrasında devlet parçalandı ve bir takım devletler ortaya çıktı. Şu anda çektiğimiz bütün sıkıntıların temelinde bu devletlerin yada devletçiklerin kuruluşundaki sunilik ve köksüzlük yatıyor. 100 yıla yaklaşıyoruz 2018 . Bu işi çözemediğimiz bu eski devletinin halkının-tebaasının problemlerini çözemediğimiz taktirde bir asır dönmüş olacak. Ondan sonra aynı problemlere devam mı edeceğiz daha mı ciddi durumlar doğacak bunu göreceğiz.

İktidarın iddiası 2023’de güçlenmiş bir Türkiye. Ama düşünmüyor ki tek başına Türkiye’nin meselesi değil bu

Türkiye’ye bakalım diyorlar ki 2023 de cumhuriyetin 100. Yıl dönümü olacak işte yüzüncü yıldönümüne kuvvetlenmiş güçlenmiş bir Türkiye olarak çıkmaya çalışıyoruz. Şu andaki iktidarında iddiası bu. Ama düşünmüyor ki tek başına Türkiye’nin meselesi değil bu mesele. O 1918 deki duruma bağlı. Yalnız Türkiye’ninki değil şu an Suriye’de olan çatışmaların nedenini araştırırsak yine gidecek 1918’e varacak.

Devletlerin suniliği onları parçalanmaya götürüyor. Şimdi Irak, Suriye. Sırada İran, Türkiye

Irak üç parça olmuş can çekişiyor, artık bölünme aşamasında. Bölünmesin diye uğraşanlar var ama bir yandan şartlar ve diğer yandan kökteki sunilik (yapaylık) diyor ki parçalanacaksınız.

Şimdi aynı şey Suriye’ye de sirayet etti. O da parçalanayım mı parçalanmayayım mı kavgasını yaşayacak. Bu daha sonra İran’a intikal edecek. İran daha dayanıklıdır, çünkü din esası üzerinde duruyor. İran’ın şartları daha değişik, fakat buna rağmen bu parçalanma hadisesinin temelinde yatan faktör İran’da da ateşlenirse ki o faktör milliyetçiliktir, İran da bu parçalanmanın önünde duramaz. Arapların paramparça oluşu ortadadır. Körfezde beş altı tane ufacık devletçik var güya. Bunlar normalde ne kadar yaşayabilirler?

Meselenin kökü şudur; Osmanlı devleti parçalandığı zaman, ortaya çıkan bu oluşumlar nasıl oluştu ve bunların dayanıklılığı ne kadardır? Mesele budur.

Parçalanmanın temelinde yatan ana faktör: Milliyetçilik

Batılılar Osmanlı Devleti’ni oluşturan halkları sürekli olarak tahrik ettiler. Her yerde bağımsızlık ateşi yakıldı. Öncelikle gayrimüslimlere. Avrupa’daki gayrimüslimler milliyetçilikle kışkırtıldılar ve ayrıldılar. Rumlar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar, hepsi.

Sonra bu ateş Müslüman kitlelere de aşılandı. İlk olarak Arnavutlara aşıladılar. Çünkü onlar Avrupa’da idi. Onlara sizin kökünüzde Latinlik vardır dediler düşününüz ki en meşhur Türkçe Lugatı hazırlamış olan Şemsettin Sami’yi dahi bu milliyetçilik hususunda kullanmak istediler.

Türkiye dâhil Osmanlı sonrası tüm devletler milliyetçilik temelli kuruldular

Daha sonra devlete açılan savaş sonucu devlet yıkılınca, bütün halkları kışkırtarak ayrılmaya teşvik ettiler. Bunlar da bu model üzerine sözde devletlerini kurdular. Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, Mısır, Cezayir, Tunus, Fas hep böyledir. Ancak sonunda bunların hepsini işgal ettiler.

Türkiye, Anadolu olarak Kurtuluş Savaşı’nı verdi ve kendisini kurtardı. Ama yeni devlet nasıl olacaktı?

Yine aynı hastalıkla hareket edildi. Madem bizden kopanlar milliyetçilik ile ayrıldılar, biz de milliyetçilik ile bu işe girişelim dediler. Ama bugün görüyoruz ki bu ayrılmalar ne Arnavutlara ne Araplara ne diğer kavimlere yaramamıştır. Gayrimüslimler bile azınlık olarak dağılıp Avrupa’nın içinde kayboldu.

Milliyetçilik Yunanlara Bulgarlara dahi yaramadı, Osmanlıda en azından özerktiler

Şimdi Yunanistan kaybolmak üzeredir. Bulgarlar defalarca efendi değiştirdiler. Alman istilası ile Rus istilası ile. Şimdi yine Almanların ekonomik hâkimiyeti altındadırlar. Osmanlı hakimiyeti altında en azından az çok özerktiler. Kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Ancak Osmanlı sonrası defalarca esarete düştüler.

Müslüman olarak ayrılanlar da bugün binbir sıkıntı içindedir. Irak Arapçılık yapmaya kalkıştı. Halbuki Kuzeyinde Kürtler, güneyinde Şiiler var. Kerkük’te Türkler var. Buralarda milliyetçilikle bir devlet nasıl ayakta tutulabilir? Önce şerif ailesinden kral tayin edildi, sonra İngiliz idaresi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız olunca da problemler ortaya çıktı. Şimdi ise Irak paramparçadır. Aynı durum Suriye’ye intikal ediyor. Hatta orada gayrimüslimler de var. Şimdi bu devletin milliyetçilik ile, ulus devlet fikri ile, Suriye devleti adı ile yaşaması mümkün değil. Bir de dışarıdan karıştırıldığına göre yaşayamayacaktır.

Arapların en büyüğü Mısırın geleceği dahi karanlıktır

Arapların en büyüğü Mısır’ın geleceği dahi karanlıktır. Yakın bir gelecekte orada büyük bir patlama olabilir. Asıl hedef Mısır’dır. Çünkü Arapları her şeye rağmen bir araya toplaması beklenen en büyük devlet orasıdır. Ama Mısır, belki en büyük patlamayı yaşayacak ve paramparça olacaktır. Temenni etmiyoruz, inşallah olmaz. Fakat tarihi sosyolojik yapı bunu gerektiriyor. Bütün Arap devletçikleri de aynı durumdadır.

Ulus devlet fikri ile kurulan devletlerin hepsi çürük

Ulus devlet fikri ile kurulduğu için ve geçmişteki yapıya hiç uymadığı için Batı’dan alınan fikirlerle kurulan devletlerin hepsi çürüktür. Milliyetçilik, nasyonalizm kavramı, bizim yapımıza, 1400 yıllık İslam halkları yapısına hiç uymayan teoride kalan soyut bir kavramdır. Osmanlılar genişleyip büyüyünce kavmiyet iddiasını bırakmış ve herkesi toplayan ana damara, İslam’a sarılmışlardır. Ve onun için uzun boylu yaşamışlardır. 1918’den sonra doğan parçacıklar, milliyetçiliğe sarıldılar ama hemen hepsi işgal edildiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız oldular, ancak derhal birleşmeleri yeni bir proje gerçekleştirmeleri gerekirken bunu yapamadılar. Zaman kaybettiler. Bugün patlak veren Arap baharı ile bu coğrafya paramparça olmaya doğru gidiyor.

Cumhuriyetin kuruluşu da maalesef aynı modeldir. Mademki çoğunluk Türk’tür, buna Türkiye Cumhuriyeti diyelim. Batı’da ulus devletler, Almanya, Fransa var. Bizde niye Türkiye demeyelim dediler ve böyle kuruldu. Fakat bugün görülüyor ki bu şekilde yaşaması mümkün değildir. İşte güneydoğu sorunu, Kürt meselesi. Küçük bir mesele zannedildi baştan, ama büyük bir problem olarak duruyor ve çözülemedi. Ve çözülecek durumu da yok.

Kürtler iflas eden milliyetçilik teorisine sarıldılar, bir yere varmaları mümkün değil

Kürtlere gelince. Kürtler de aynı yola sarıldılar. Batı’da Londra Kürdoloji Ensitüsü’nde vb. yerlerde yetiştikleri için buna sarıldılar. Onlar da ırkçılık yolu ile gidiyorlar. İflas eden bir teori ile bir yere varmaları mümkün değildir. Kürtlerin şansı bunun tam tersinde idi. Tabii ki, elbette ki bu ulus devlet denilen nesnede, daha az olan halkların bir takım hakları çiğneniyor, onlar asimile edilmek isteniyor. Buna karşı çıkmaya elbette insanların hakkı var. Fakat bunun çözümü biz de ayrılalım değil. Tam tersine Kürtler hem kendileri için, hem bütün buradaki dört devlet için bir şans iken, bu şansı tam tersine kullandılar. Neydi bu şans; BİRLEŞTİRME!

Kürtlerin şansı ayırmak değil birleştirmek idi

Kürtler birleştirmeye çalışmalıydı. Ayırmak ve ayrılmak yerine. Neyi birleştirmeye, bu dört ülkeyi. Türkiye’yi, Suriye’yi, İran’ı ve Irak’ı. Aksine bu devletleri parçalayıp kendilerine bağımsızlık sağlamak yolunu seçtiler. Halbuki bu hem mümkün değil, hem bu hareketin bir sonucu yok. Kürtler ayırmaya değil, birleştirmeye çalışsalar idi daha muvaffak olurlardı.

Kürt aydını; Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir diyebilirdi

Kürtlerden bir grup aydın çıksa idi ve dese idi ki; Hiçbir memleket hiçbir ırkın değildir. Diyarbakır Kürtlerin değildir, sadece Türklerin de değildir. Arapların da değildir. Hepsinindir.

Aslında bu ses çıkabilirdi Kürt aydınından. Aslında bu sesin çıkmasına müsaitti oralar çünkü medreseler vardı. Bu medreselerde saydığımız bütün ırkların sahip olduğu medeniyet okunuyordu, öğretiliyordu. Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe o medreselerde yoğruluyordu. Bu medreseden çıkan insanlar ırkçı olmazdı.

Kürtler kilit taşı rolündedirler. Birleştirme misyonunu üstlenseler idi halk bugünün yüz katı arkalarında olurdu

Kürtler dört devletle de akrabadırlar. Kilit taşı rolündedirler. Bu dört devleti birleştirebilirler. Dilleri de böyledir. Kürtler birleştirme misyonunu üstlenseler idi, bugünün on katı yüz katı halk arkalarında olurdu. Dört devletçiği birleştirmek işini en çok Kürtler ve Kürt aydınları yapabilirdi. Öncülük anlamında tabi, yoksa tek başına yapamazlar. Ancak bu fikirler doğmadı, bu da yine devletin suçudur. Devlet medrese sistemini resmen kapattı. Sonra en önemlisi hocaların, ağaların, şeyhlerin çocuklarını devlet, Halk Partisi aldı. Güya asimile etmek adına ulus devletçi yapmaya kalktı. Bir kısmını Batı’ya eğitime gönderdiler. Sonra demokratik düzene geçince, hepsi milliyetçi oldular. Zihniyetleri ise CHP ile aynıdır.

Ulus devlet fikrini yumuşatsalar da 1950 sonrası tüm iktidarlar CHP içinden çıktılar temel ideolojileri aynıdır

Ülkemizde 50’den sonraki iktidarlar da bu meseleyi çözemediler. Çünkü CHP’nin içinden çıkmışlardır ve TEMEL İDEOLOJİLERİ AYNIDIR. Ulus devlet fikrini yumuşatsalar da devlet şemasını değiştirmediler. Fikri bakımdan da çok zayıftılar. Bu yüzden onlar da mevcudu devam ettirdiler.

Osmanlı ırk temelli bir yapıya iltifat etmedi

Türkiye ve İran’ın da akıbetleri Irak ve Suriye’nin peşindedir. İran’ı din ayakta tutuyor ama baskı çok büyüktür, bu baskı altında ayakta duramaz. Bir atılım yapması lazım. İran’da bir din devleti kuruldu ama bu devlet adeta milli bir din devletidir. Milliyetçiliğin ve maalesef Fransız İhtilali’nin etkisi var. Osmanlı ise ırk temelli bir yapıya hiçbir zaman iltifat etmedi. İran devrimini üç unsur oluşturuyor, üç temel üzerine kuruldu bu devrim. Bunlar, din, Fransız devriminin etkisinde bir cumhuriyetçilik ve İrancılık yani milliyetçilik.

1979 da devrim olunca gittim, Cağaloğlu’ndaki İran konsolosluğuna baktım. Yazıhaneye yakındır. Bayrağı değişmişti, yaklaşıp levhasına baktım, İran İslam Cumhuriyeti yazıyor. Madem İslam diyorsun, niye buna İran’ı da ilave ediyorsun? Madem İslam neden cumhuriyeti ekliyorsun? Rejim böyle yaparak kendi kendini sınırladı. İran’la sınırladı cumhuriyet ile sınırladı. Aynı Suudi Arabistan gibi. O da kendisini Hem Suudlukla, hem de Araplıkla sınırlıyor.

Yeni anayasa çözüm değil. Çözüm anayasaya Kürtleri koymak da değildir

Şimdi bütün sorunlarımızın temelinde bu anlayış yatıyor. Anayasa yapılsa ne olacak. Çözüm anayasaya Kürtleri koymak değildir.

Batıcılıkla milliyetçilikle ve demokrasi ile yüzleşmeli ve hesaplaşmalı kendi otantik ideolojimiz anayasaya konmalıdır

Bizim mutlaka şu 3 şeyle yüzleşmemiz ve hesaplaşmamız lazımdır; Batıcılık, Milliyetçilik ve daha sonra gelen demokrasi. Müslümanların bunlarla hesaplaşıp orijinal ve kendine has ideolojisini bulması lazımdır. Eğer bu ideoloji bulunamazsa bir çıkış yolu yoktur. Çünkü saydığımız bu üç şey tamamen Batı’dan alınmıştır. Yeni anayasa da kendi otantik ideolojimiz konmalıdır

Liberaller din konusunda ittihatçılar gibiler

Şimdi liberaller denen bir grup çıktı ortaya. Medyada bayağı etkililer. Anayasaya da etki yapmak istiyorlar ve ırkı, dini bir tarafa bırakalım diyorlar. Din konusunda tıpkı ittihatçılar ve gibi düşünüyorlar, bu noktada onlarla beraberler. Soyut bir devlet teorisidir önerileri. Anayasanın alt planında bu olsun istiyorlar. Halbuki böyle bir şey dünyanın hiçbir yanında yok.

Fransa’da devletin temelinde Fransızlık, milliyetçilik var. Daha başka düşünceler var, Fransız ihtilali var kökünde. İngiltere’de İngilizlik var, ABD’de Amerikancılık var kökünde. Hristyanlık var zaten hepsinde.

Liberaller köksüz soyut bir yapı istiyorlar. Geçmişi olmayan yapan yapının geleceği de olmaz

Şimdi siz burada bu liberallere bakıp da geçmişi olmayan, tarihsel bir yönü olmayan, tamamen soyut bir yapı kurarsanız, onun geleceği de olmaz. Geçmişi olmayan, bugünü olmayan şeyin geleceği de olmaz. Türkiye bu tehlike ile karşı karşıyadır.

Batıcılık asla çıkar yola götürmez

Irkçılığı, milliyetçiliği ne kadar yumuşatmaya çalışırsanız çalışın, istediğiniz kadar biz Türk derken ırkı kastetmiyoruz deyin, o da bir çare değildir. Batıcılık bizi her zaman taklide götüren ve asla bir çıkar yola götürmeyen bir eğilimdir. Bütün bunları Batılılar da gördüklerinden bizim için yeni bir kelime attılar ortaya; demokrasi.

Demokrasi başı sonu belirsiz bir ideoloji, her kapıyı açan maymuncuk gibi bize empoze edilmek isteniyor

Şimdi demokrasi her türlü eksikliğin çaresi gibi gösteriliyor. Bir nevi maymuncuk gibi her kapıyı açar. Veya aspirin gibi, her türlü hastalığa çaredir, her renge yorulabilir. Her yere çekilebilir. Ucu bucağı olmayan, başı sonu belirsiz bir ideoloji gibi bize empoze edilmek isteniyor.

Oysa bu faydaları da sakıncaları da olan bir yönetim şeklidir. Bir denemedir, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayılmaya başlayan yeni bir rejim denemesidir. Bunun başarılı olacağına da inanmıyorum. Herkesin kendi özlemlerini yakıştırdığı, fakat aslında onun içinde bu özlemlerin bulunup bulunmadığı belli olmayan bir rejimdir.

Artık dünya uzmanlaşmaya gidiyor. Depreme karşı yapılacak şeyler meclisin işi değil, uzmanların işidir. İhtisaslar o kadar ilerliyor ki, meclise çok az iş kalıyor. Sadece bir onay alıyor. Bir takım insanlar meclisi bir meslek, bir zanaat haline getirmiştir. Onu çıkarları için kullanıyorlar. Yürümüyor aslında. O zaman siyaset için siyaset muhalefet için muhalefet yapılıyor.

Mevcut sistemler çağın gerisinde iflas etmiş durumda, alternatifi olmadığı için ayakta duruyorlar

Artık teknoloji çok ilerlediği için bir çok müessesenin hükmü kalmamıştır. İllere göre milletvekilliği de çağdışı. İllerin vekili hepimizin vekili ise o zaman yine hepimiz seçebiliriz bugün teknoloji buna müsait. Adaylar tüm Türkiye’nin adayı olsun. Bu sistem Holanda’da, Belçika’da var. 450 kişilik bir liste ortaya konsun, millet bu listelere oy versin. Çağın gerisinden kalmış iflas etmiş bir sistem var ortada.

Pekiyi, karşısına ne konacak? Bu rejim alternatifi olmadığı için ayaktadır.

ABD, İngiltere, gelenekçi olduğu için eski yapıyı muhafaza ediyor. Dünya da bunları taklit ederek devam ediyor. Bugünün teknolojisi önünde artık bu yapılar bu rejimler ayakta duracak vaziyetten uzaklaşmış durumda. Ama sönmüş bir yıldızın hala ışığının gelmesi gibi bunların da geçmişten gelen bir devam durumları var.

Geleceğimizi düşünmek hepimizin görevidir. Madem ki Türkiye Batıcılık, Milliyetçilik ve şimdi de demokrasi üçlüsü ile ayakta sallanıyorsa ve sağlam değilse, bunun bir sendromu varsa ki Kürt meselesi bu hastalığın sendromudur, çok ciddi olarak memleketin aydınlarının bu konuyu düşünmesi lazımdır. Türkiye’nin sorunu kendine has değil. Irak’ta da, Suriye’de de, İran’da da, Mısır’da da sorun aynıdır. Körfez ülkeleri de Suudi Arabistan da ayakta duramayacaktır. Çünkü bunların hepsi çürük bir esasa dayalıdır.

İslam coğrafyası aydınları bu çöken yapıların yerine sağlam kalıcı yapının projelerini üretmeleri lazımdır.

Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi ve liberallik. Bu süreç bir projedir

Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi ve liberallik, bu süreç bir projedir. İslam dünyası düşünürleri çıkmalı ve buna karşı yeni bir yapıyı konuşmalıdır. Projeler tartışılmalı ve kabul göreni hareket haline gelmelidir. Yeni bir yapının İslam dünyasına hakim olması ve mevcut yapıyı değiştirerek yeni bir yere çıkmamız lazımdır.

Görüşümüz garpçılık-batıcılık değildir. Batıcı görüşler parçalayıcı, İslam bütünleyicidir

Bu ırkçılık değildir. Garpçılık-Batıcılık değildir. Bu Liberalizm değildir. Bütün bu görüşler, parçalayıcıdır, bölücüdür. Bize bütünleyici görüş lazımdır. Bu da İslam’dır. Fetret dönemleri dışında bu bütünlük sağlanmıştır.

Emeviler, Hz. Hasan’ın fedakarlığının anlamına eremediler. Ömer bin Abdülaziz buna teşebbüs etti ancak yapamadı. Emevilik, ırkçılık-asillik iddiası onların sonunu getirdi.

Bu gün de fetret devirlerinin en korkunçlarından birini yaşıyoruz. Ve Batı’dan aldığımız çareler çözüm olmadı tam tersi fetreti büyüttü.

Diriliş hareketi bir projedir. Biz diyoruz ki Türkiye’yi, Türkiye olarak düşünmeyelim. İslam Âlemi’ni bütünlükle düşünelim. İslam milleti kavramını yine ön plana çıkaralım, geçmişte olduğu gibi. İslam medeniyeti kavramını yeniden ortaya koyalım. Ve İslam devletine doğru gidelim. İranlısı da geliyorsa gelsin, gelsin zaten. Araplar da gelsin. Hiç birinin olmasın o devlet, İslam devleti olsun. Millet de, dili, ırkı, adetleri ne olursa olsun – İslam’a aykırı olmamak kaydı ile – muhteremdir. Herkesin mezhebi, tarikatı, cemaati kendinedir. Çünkü bir tek mezhepte birleşmeyi gerçekleştirmek temenni edilse de, mümkün değildir.

Zulmü küçük devletler, çürük devletler daha çok yapar

Eski yapılar devam ettikçe maalesef halklar zulumlere maruz kalacaklar. Bu devletçikler, küçük ve güçsüz oldukları için herhangi bir muhalefet gördükleri zaman, korkudan zulme kaçarlar. Zannedilir ki devlet büyüdükçe zulüm artar. Hayır, devlet büyüdükçe zulüm azalır. Küçük devlet korkar. Alır, yargılar, muhakeme eder. Ama korktuğu için kalkar, protesto yapanı vurur öldürür. Zulüm yapar. Çünkü kendisi sağlam değildir, bilir çürük olduğunu. Bu bakımdan bizim görüşümüz bir projedir.

Liberallik batıcılığın kılık değiştirmiş halidir

Müslüman aydınların uyanıp, Batı’dan gelen üç cereyandan kendilerini kurtarmaları gerekmektedir. Eski Batıcılık kılık değiştirerek içimize girmiştir. Tanzimat adı altında geldi sonra o değişti meşrutiyet adını aldı, sonra cumhuriyet adını aldı, milliyetçilik adını aldı, şimdi de liberallik adını aldı. Bunların hepsi aynı şeydir. Temeli Batıcılıktır.

Avrupa insan hakları batı ideolojisidir.

Bu Batıcılık onlara göre insancılık, hümanizm, aydınlanmadır. Çünkü Avrupa’nın, Batı’nın ideolojisi, onlara göre insanlık ideolojisidir. Halbuki Avrupa İnsan Hakları, Batı ideolojisidir ve buna sahip çıkmak Batıcılıktır. Bir İslam ülkesi için bu bir zuldür. Kendi ideolojisi yokmuş gibi, geçmişteki insanlar boşuna yaşamış gibi, hiçbir görüşleri yokmuş, tamamen hüda-yı nabit yaşamışlar, sanki hiçbir şey üretmemişler, hiçbir fikirleri olmamış, hiçbir medeniyet kurmamışlar gibi şimdi Batı’dan insanlığı, medeniyeti, insan haklarını alacağız. Bu tabi Batılılar için söylüyorum, aynı karganın tavus kılığına girmesi gibidir.

Tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet sürecinin halkası olan demokrasi ve liberallik ki, bugün önümüzdeki en büyük fikri tehlikedir. Bu tehlike silahlı tehlikeden büyüktür.

İslam birliği istemek üçüncü dünyacılık değildir. Batı niçin birinci dünya olsun

Daha önce yaptığım açıklamalar üzerine hemen bu fikrin savunucusu bir gazetede benim karşıma birisi çıktı. Orada diyor ki, ben İslam Birliği’ni isteyince üçüncü dünyacı olmuşum. Batı birinci dünya oluyor, ikinci dünya da Rusya ve sosyalist grup. Bunun dışı ise üçüncü dünya. Biz İslam birliği diyorsak üçüncü dünyacı oluyormuşuz.

Neden biz birinci dünya olamayalım da onlar birinci ikinci, biz üçüncü olalım?

İslam’ın bir tek şartı var o da bütün Müslümanlar bir arada ve birliktedirler

Bir de üçüncü dünyalı olmak İslam’ın beş şartından biri midir diye alay ediyor. Bir de bunu karıştırıyor. Benim elimde gazete yok, kanal da yok. İslamcı geçinen bu kadar yazar var. Bir tanesi çıkıp da o terbiyesize bir cevap veremedi. Ben diyorum ki İslam’ın bir tek şartı var, o da bütün müslümanlar bir arada ve birliktedirler. Müslümanlar bir bütündür, ayrılmaz. Bu İslam’ın farzıdır, şartıdır, imanın da şartıdır. Eğer Müslümanlıktan anlamak istiyorsa, bunu öğrensin.

İmanımız, İslam’ımız bize emrediyor, bütün Müslümanlar birleşecekler kendi bağımsızlıklarını koruyacaklar, devletlerini koruyacaklar ve Batı’nın, Doğu’nun, şunun, bunun esiri kölesi ve oyuncağı olmayacaklar

Anlasın ve öğrensin ki İslam memleketinde, İslam ile alay eden bir gün mutlaka ve mutlaka Allah tarafından cezasını bulur. O benimle değil İslam ile alay ediyor. Elbette imanımız, İslamımız bize emrediyor, bütün Müslümanlar birleşecekler kendi bağımsızlıklarını koruyacaklar, devletlerini koruyacaklar ve Batı’nın, Doğu’nun, şunun, bunun esiri kölesi ve oyuncağı olmayacaklar.

Diriliş projesinin gelişmesi, büyümesi, aydınların buna sahip çıkması ile olur. İnşallah geliştirilir, tartışılır ve sonunda bütün İslam Âlemi’ne sunulur. İnşallah bu olacaktır ve Müslümanlar kendi memleketlerinde hür, bağımsız, güçlü olacaklardır. Ve bir takım batıcı tipler de gelip bizimle böyle alay edemeyeceklerdir. O günler de inşallah gelecektir.


Dünya Bülteni
18 Mayıs 2012

2012-04-04

Sezai Karakoç Sempozyumu

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Diyarbakır Valiliği ve Dicle Üniversetisi’nce ortaklaşa olarak düzenlenen ULUSLARARASI SEZAİ KARAKOÇ SEMPOZYUMU 12.4.2012 – 14.4.2012 tarihleri arasında Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nin Kongre Salonu’nda gerçekleştirilecek.

Düzenleme Kuru Osman Horata, Ayşegül Jale Saraç, Ramazan Kaplan, Sabri Eyigün, Yakup Çelik, Kemal Timur, Mehmet Emin Uludağ ve Ömer Çakır’dan oluşan ULUSLARARASI SEZAİ KARAKOÇ SEMPOZYUMU’unda Durmuş Günay, Ramazan Kaplan, Mehmet Törenek, Ebubekir Eroğlu, Kemal Timur, Önder Göçgün, Turan Karataş, Abdullah Uçman, İsmet Emre, Recep Duymaz ve Alaaddin Karaca’nın moderatörlüklerinde yapılacak oturumlarda şu yazar ve bilimadamları Sezai Karakoç’un edebiyat hayatını, düşünce ve şiirlerini konuşacaklar:
Şaban Abak, Ahmet Albayrak, Fatih Arslan, Münire Kevser Baş, Kamil Eşfak Berki, Ulaş Bingöl, Erdal Bozdağ, Mecit Canatak, Mehmet Akif Çeçen, Yakup Çelik, İsmet Emre, Kamuran Eronat, Ebubekir Eroğlu, Serdar Demircan, Recep Duymaz, Cafer Gariper, Önder Göçgün, Bekir Gökçe, , Hamide Güler, Durmuş Günay, Tevfik Sabri Hammam, İhsan Işık, Beyhan Kanter, Ramazan Kaplan, Alaattin Karaca, Cevdet Karal, Turan Karataş, Ömer Lekesiz, Taner Namlı, Mehmet Narlı, Resul Özavşar, Rasim Özdenören, Zeki Taştan, Mehmet Tezgören, Kemal Timur, Mehmet Törenek, Abdulkerim Tuğluk, Gökhan Tunç, Ramazan Siracoğlu, Mustafa Ruhi Şirin, Himmet Uç, Abdullah Uçman, Mehmet Emin Uludağ, Mehmet Fatih Yanardağ, Hüseyin Yaşar, Mevlana İzdis Zengin, H. Salih Zengin.

Sempozyum, yapılacak son bir genel değerlendirme oturumuyla tamamlanacak.

ULUSLARARASI SEZAİ KARAKOÇ SEMPOZYUMU oturumlarını konu ve zaman ayrımlı olarak şu adresten görebilirsiniz:

http://www.akmb.gov.tr/templates/resimler/File/sezaikarakoc.pdf

2012-03-23

Diriliş Okumaları- 10


Diriliş Okumaları'nda bu hafta "Hızırla Kırk Saat" kitabı okunup değerlendirilecek. Cümle dostları bekleriz. Selâm ve muhabbetle...

YAZSANBİR Genel Merkezi
24 Mart 2012 Cumartesi
Saat:13.30

2012-03-08

Diriliş Okumaları- 9


Diriliş Okumaları'nda bu hafta ''Edebiyat Yazıları -I- Medeniyetin Rüyası, Rüyanın Medeniyeti Şiir'' kitabı okunup değerlendirilecek. Cümle dostları bekleriz. Selâm ve muhabbetle...

YAZSANBİR Genel Merkezi
10 Mart 2012 Cumartesi
Saat:13.30

2012-02-23

Diriliş Okumaları - 8



Diriliş Okumaları'nda bu hafta ‎''Çıkış Yolu-III-Kutlu Millet Gerçeği (Dört Meydan Konuşması)'' kitabı okunup değerlendirilecek.

Cümle dostları bekleriz. Selâm ve muhabbetle...

YAZSANBİR Genel Merkezi
25 Şubat 2012 Cumartesi
Saat:13.30

2012-02-13

'Diriliş' dergisi


1960 yılının ilkbaharında yolculuğuna başlayan “Diriliş” dergisi özgün içeriği ve dili, yetiştirdiği edipleri ile düşünce ve edebiyat tarihimize kayıt düşmüştür.

Sonraki zamanlarda çıkan dergiler, edebî-fikrî oluşumlar “Diriliş” dergisine çok şey borçludur.

Köklü mirasın farkında mıyız?

2012-02-09

Diriliş Okumaları - 7


Diriliş Okumaları'nda bu hafta 'Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı-2' kitabı okunup değerlendirilecek. Cümle dostları bekleriz. Selâm ve muhabbetle...

YAZSANBİR Genel Merkezi
11 Şubat 2012
Cumartesi
Saat 13.30

2012-01-24

Diriliş Okumaları


'Diriliş Okumaları' kapsamında okuyacağımız 6.kitap 'Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı-1'

28 Ocak 2012, Cumartesi

Saat 13.30

YAZSANBİR Genel Merkezi

Cümle dostları bekleriz !..

2010-09-10

Ramazan Bayramı Kutlaması, Referandum ve Dolayısıyla


İstanbul, 8 Eylül 2010

İslâm Milleti, bir ramazan ayını, inancının zirvesinde yaşayarak, kimliğini bir kez daha sağlamlaştırdı, pekiştirdi. Kişi olarak, toplum olarak, millet olarak gerçek din müslümanlığın doğruluğunu, iyiliğini ve güzelliğini ciğerlerimizin bütün gücüyle doya doya solukladık. İslâm, dünya ölçüsünde, somut olarak, yani gözle görülür ve elle tutulur şekilde görüldü, duyuldu ve anlaşıldı. Âdeta, fizik olarak dahi, o, herkese dokundu ve ona da herkes dokundu. Allah’a hamdler olsun.

Ancak, tattığımız bu yüksek ve ulvi duygunun yanında, milletimizin dağınıklığının, İslâm Ülkesi’nin sahipsizliğinin acısını da en yoğun şekilde yüreğimizde hissettik. Bu dağınıklık ve sahipsizlik yüzünden, sel felâketine uğrayan pâkistanlı kardeşlerimize gereken yardım elinin yeterince uzanmaması bizi üzdü ve üzmekte de devam ediyor. Zaten, İslâm Milleti ve Ülkesinin bütün problemleri, aydınlarının derlenip toparlanamaması ve bu sebeple de bir dirilişi gerçekleştirememesi yüzünden çözülemeden sürüp gidiyor.

İslâm Dünyasının yöneticileri ise, gerçek gündemi bir yana bırakıp sun’i gündemle uğraşıyor ve halkı onunla uğraştırıyorlar. İslâm Milleti kendisini bulmasın diye dış güçler tarafından doğrudan ya da dolaylı yoldan telkin edilen gündemlere kapılıp takılıp kalan yönetimler, siyasî partiler ve medya, gerçek diriliş yönünü tıkayan, zaman kaybından başka bir sonuç doğurmayan meşgalelere çaba sarf edip güçlerini ve halkın dayanma gücünü tüketiyorlar.

Memleketimizde de, iki üç aya yakın bir zamandır, Anayasa’da yapılacak değişikliğin halkoyuna sunulması, iktidar ve Meclis’te üyesi bulunan iki parti tarafından, seçim öncesi kıran kırana bir şova dönüştürüldü. Referandumun seçimden farkı unutuldu. Sun’i bir gerginlik doğurularak, her zaman olduğu gibi partileri lehine seçime yönelik bir kazanç sağlamak peşindeler. “Evet” veya “hayır” demeyi neredeyse vatan hainliğine eş bir duruma getirdiler.

İktidar, onu, genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve dolaylı yoldan AB’ye giriş için bir ön onay gibi kullanırken, iktidarların gafleti sebebiyle hiç de hakları olmadığı halde ana muhalefet tahtının demirbaş sahibi haline getirilen parti ve onun destekçisi öbür muhalefet partileri, iktidarı devirmeye bir başlangıç, bir vesile olarak düşündüler.

Amaçları, halkın fikrini almak değil, halka kendi fikir ve emellerini empoze etmektir. Bu sebeple, deveyi pire, pireyi deve yapmaktadırlar. Gerçek gündem, milletin gerçek dertleri unutulmuş, halkın, gece gündüz bu boş laflarla kafası doldurulmuştur.

Bizim bu konuda söyleyeceğimiz şudur: halkımız ve insanlarımız, hür ve serbesttir. Hiç bir partinin, kurumun ve kişinin etkisinde kalmadan, kendi bağımsız iradesiyle kendi tercihini yapacaktır ve zaten yapar. Halkımız, bugüne kadar, politikacılardan, politikayı bir zanaat, bir geçim vasıtası haline getirmiş olanlardan her bakımdan çok ilerde olduğunua bütün seçimlerde isabetli tercihleriyle ispat etmiştir. Halkımız, hep “ehven-i şer”ri tercih etmiştir. Gönül isterdi ki, ehven-i şerri değil, iyinin iyisini tercih etsin. Kuşkusuz, halkımız onu da yapar. Ama, ne yazık ki, o yol kapalıdır. Siyasete, yönetime ve milletin geleceğine gerçek açılımları getirecek gerçek yol kapalıdır. İyiliğin azamisine yol kapalıdır. Halkımıza ancak şerler arasında bir tercih imkânı verilmektedir. O da, bu dar çerçevede gerekeni yapmaktadır.

Referandumu kafanızda büyütmeyiniz. Tercihiniz ne olursa olsun, bir ölçüde o tercih değerlidir ve sonucunu getirecektir. İçerikdeki olumlu noktalar, ne yazık ki, uzun vâdede, AB’ye girme uğruna verilecek tâvizlerin gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Denize düşenin yılana sarılması cinsinden bir fikirle, yine Batıcılığın mahsulü olan askerî-bürokratik vesayetten kurtulmak için, kendi sağduyu ve deneyimine güvenmek yerine, AB’ye girmekten başka çare olmadığı iddiası, aklın kabul edeceği bir şey olamaz. Bir ülke, problemlerini kendi zihin, yerli kültür, düşünce ve gelenek imkânlarıyla çözmeli ve aşmalıdır. Batının kendi sorunları için bulduğu çözümlerden yararlanılabilir; ama onlar olduğu gibi alınamaz. Yanlış ilâç, şifa vermez, zehirler. Referandumda karşı karşıya gelmiş, “evet”çi ve “hayır”cı geçinen partilerin hepsi Batıcı partilerdir. Kavgaları, en azından siyasî çıkar kavgasıdır. Son tahlilde hepsi AB cidir.

Kırk yıldır, iktidara gelen bütün partiler ülkeyi AB’ye sokmak için çalışıyorlar. Ama bunu yaparken, halka AB’ye girmek isteyip istemediğini sormayı akıl edememişlerdir. Daha doğrusu akıl etmişlerdir, ama, cesaret edememişlerdir. Halka sorarlarsa, halkın buna “evet” demeyeceğini biliyorlar. Asıl referandum, bu olurdu. Şimdiki referandum nedir ki, bu asıl yapılması gereken referandumun yanında! Ancak, AB ile ilişkileri geri dönülemez noktalara getirdikten, medya ve diğer vasıtalarla halkı iyice hazırladıktan sonra bu referanduma gitme cesaretini gösterecekleri anlaşılıyor.

Osmanlı Devletinde, 1876 yılına kadar, yazılı bir anayasa mevcut değildi. Kişi, toplum ve devlet hayatını Kur’an düzenliyordu. O yıl yapılan Meşrutiyet anayasası da zaten uygulaaz. Böyle bir yama tutmaz. Eskimiş, yıpranmış kumaş yeni yamayı taşıyamaz. Yırtık daha çok büyür. Bir süre sonra, Anayasa’nın toptan yenilenmesi söz konusu olacaktır. Zaten daha önce, bu, söz konusuydu. Yeni anayasa yapılamayınca, küçük çapta böyle bir operasyona girişildi. Ancak bu da derde deva olamayacaktır.

Yeni bir anayasa yapmaya gelince, bu da hemen hemen mümkün değildir. Devreye sokulmayan kendi ruh, düşünce ve mantığımız olmadan, sadece Batı ruhu, kafası ve mantığıyla yapılan anayasalar, milletimizin ihtiyacı olan düzeni sağlayamayacak, bu türlü yeni anayasa yapma girişimleri toplumdaki gerginlikleri arttırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Ve bir gün anlaşılacaktır ki, yapılacak bütün anayasalar kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur. Önemli olan, zihniyet ve uygulamadır; önemli olan, aydın kadronun, kendi ruhumuz, kendi kültür ve medeniyetimiz, kendi mantığımız, kendi kafamız, kendi zihniyetimiz, kendi ahlâkımız ve kendi felsefemiz ışığında yeni bir düzen kurması için mevcut yasakların kalkması gereğini idrâk etmek ve ona göre hareket etmektir.

Sonuç olarak, halkımızın referandum için sandık başına gitmesi, istediği şekilde ve yönde tercih yapması uygun olur. Ve halkımız bunu yapacak olgunluktadır. Bunun ötesi, abartıdır. Medya ve partizan abartmalarının her türlüsüne kulak asılmamalıdır.

Tüm İslâm Milletinin Ramazan Bayramını kutlar, Pakistan halkına ve diğer zorda kalan kardeşlerimize Allah’tan yardım niyaz eder ve bu vesileyle bütün insanlığa da hakikate kavuşma nasibi, barış ve mutluluklar dileriz.

YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ

GENEL BAŞKANI

A. Sezai KARAKOÇ

Kaynak:
http://yucedirilis.org.tr/

2010-08-12

Ramazan Kutlaması ve Dolayısıyla

İstanbul, 10 Ağustos 2010

Allah’ın, müslümanlara, sonsuz lütuf ve kereminden bahşettiği manevî nimetler ayı Ramazan’ın 1430. sunu idrâk etmiş bulunuyoruz. Ne mutlu bize. Hamd ve şükürler olsun.

Mensubu olduğumuz İSLÂM MİLLETİ’nin, ramazanını can ve gönülden tebrik eder, bu kutlu ayı, her açıdan dolu dolu, en yüksek seviyede, en ulvi anlamda geçirmesini diler, onu, Hakikat Medeniyeti olan ve insanlığın biricik gerçek güven ve hayat kaynağı bulunan İSLÂM MEDENİYETİ’ni geçmişteki parlaklığıyla yeniden diriltmesi için, her yönden ve her boyutta İSLÂMIN DİRİLİŞİ için bir vesile yaparak harekete geçmesini, cehalet, zulüm ve vahşet karanlığına gömülmüş dünyayı mucizevî meşalesiyle aydınlatmayı vazgeçilmez bir görev olarak bilmesini, bu yönde bilinçlenmesini arzular, Cenabıhakkın günahlarımızı af ve merhametiyle bağışlamasını ve İSLÂM ÜLKESİ’nin, yeniden, eski zamanlarda olduğu gibi, bütünleşmiş, güçlü, hür ve bağımsız, huzur içinde, medeniyetin zirvesinde yüceliğe kavuşmasını dualarla temenni ederiz.

İzin ver, ramazanlar uyandırsın bizi Allahım! Uyandırsın, bilinçlendirsin ve diriltsin, Allahım!

YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ

GENEL BAŞKANI

A. Sezai KARAKOÇ


Kaynak:
www.yucedirilis.org.tr

2010-07-26

Turan Karataş’la Sezai Karakoç Üzerine Söyleşi

Cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden biri olan Sezai Karakoç’un, şair ve sanatkar tarafının yanı sıra düşünce serüveni de vardır. Onun gerek kendi çıkardığı Diriliş dergisinde, gerekse bazı gazete ve dergilerde yaklaşık yarım asırdır kaleme aldığı düzyazıları bunu kanıtlar. Sezai Karakoç, hayata bakışı ve onu yorumlayışı kendine özgü olan bir düşünce adamıdır. Şüphesiz o, bu özgünlüğe çok geniş ve farklı kaynaklardan beslenerek ulaşmıştır. Bu özgün bakışıyla da hayatın soyut ve somut her alanını gözlemlemiş ve yorumlamıştır. Sezai Karakoç’un çeşitli yönlerini Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç kitabının yazarı Turan Karataş’la konuştuk.

- Türkiye hafızayı pek sevmeyen bir ülke, daha doğrusu geçmişi işine geldiği gibi hatırlamayı yeğleyen bir toplum. Bugün iyimser ve yapıcı bir bakışla yaklaşacak olursak geçmişini henüz keşfetmeye başlayan bir toplum, bir ülke, bir kültür. Siz bu kültüre alışkın olmadığımız zenginlikte bir eserle benzersiz bir katkı getiriyorsunuz. Özgün sanatçı, Sezai Karakoç’un hayatına ve sanatına ilişkin, Fransızların deyişiyle bir ‘pavé’, kaldırım taşı diyebileceğimiz bir çalışma ürettiniz. Bu çalışma, işte o hafızasız topluma bir ‘taş atma’ olduğu gibi hafızasına benzersiz bir katkı; yeni yeni inşa edilen bir yapının gıdım gıdım yükselen duvarları… Sezai Karakoç ile ilk karşılaşmanızdan, daha doğrusu ilk karşılaşmalarınızdan başlayalım. Sezai Karakoç nasıl girdi hayatınıza?

- Efendim, evvelâ, çalışmam için dile getirdiğiniz o güzel sözlere, nazik ifadelerinize çok teşekkür ediyorum. İltifat ediyorsunuz. Bunu şimdiye kadar bir yerde söylediğimi hatırlamıyorum; Sezai Karakoç adıyla/ imzasıyla orta ikideyken karşılaştım ilk kez. Milli Türk Talebe Birliği’nde kitapları satılıyordu; 1976, 77 yılları… Dikkatimi çekmişti, hepsi aynı biçimde ve beyaz kapaklı kitaplar. İlginçtir, Sezai Bey’in aldığım ilk kitapları İslam ve İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’dür. İkisi de inceciktir, muhtemelen param onlara yetiyordu ancak onları alabildim. İkisini de o yaşta okuyamadım, daha doğrusu okumaya çalıştım ama bir şey anlayamadım. Bir hayal kırıklığı oldu benim için. Sonra, hemen aynı yıllarda bizim köyün o zaman üniversite okuyan tek ağabeyi Ahmet Durmaz’ın elinde gördüm Karakoç’un kitaplarını. Ahmet Ağabeye, o kitaplardan ikisini okumaya çalıştığımı ve bir şey anlamadığımı söyleyince, “daha vakit var, anlarsın” mealinde, yani yaşımın küçük olduğunu ima eden bir şeyler söylemişti. Aklımda kaldığına göre, Sezai Karakoç’un önemli bir adam olduğunu, ileride mutlaka okumam gerektiğini de belirtmişti. Fakat, Karakoç’un adıyla üniversiteye kadar bir daha karşılaşmadım. Üniversitede “Monna Rossa” şiirini önce duydum, sonra okudum. Yaşım yirmi, yirmi bir; uzun bir gurbete çıkmışım, soğuk bir Erzurum akşamında adeta şiir beni büyülemiş, çarpmıştı. Sonra hızla diğer şiirlerini buldum, okudum, okudum, hâlâ okuyorum; “bir mumun ardında bekleyen rüzgâr” gibi “ışıksız ruhumu sallayıp dur”maktadır bu şiirler zaman zaman.

- Karakoç’la birebir karşılaşmanız nasıl oldu? İlişkiniz nasıl sürdü?

- Sezai Bey’i şahsen tanımam 1991 yılında olmuştur. Hakkında doktora tezi yapmaya karar verince, o yaz İstanbul’a gittim ve Sezai Bey’i Üretmen Han’ın en üst katındaki Diriliş Yayınları’nda ziyaret ettim. Hakkında doktora tezi hazırlayacağımı söyledim, yardımlarını istedim. Pek oralı olmadı, ama hoşuna gittiğini sezdim. Bana sorarsanız çok önemliydi, bir sanatkâr hayattayken hayatı ve eserleri hakkında doktora tezi hazırlanması. Fakat, Sezai Bey her zamanki ciddiyetiyle “eserlerim ortada, aradığın her şey onlarda” mealinde bir şeyler söyledi. Ama bulmakta güçlük çekeceğim ilk yazılarından birkaçını, Şiir Sanatı dergisinin ilk sayısını, bazı gazete kesiklerini verdi. Ayrıca Diriliş dergisinin son dönem sayılarını ve eserlerinden bir takımı da armağan etti. Tezimi hazırladığım süre içinde birkaç kez görüşmemiz oldu.

- Kitabınızın adı Karakoç’un “Masal” şiirinden esinlenmiş gibi. Doğu-Batı çatışmasını harika biçimde yansıtır bu şiir. Yedi oğlu olan bir baba, kendini Batı egemenliğinin esiri olarak hissedince sırasıyla oğullarını Batı’ya göndermeye başlar. Maksat kendisine egemen olan gücü anlamak, dinlemek, tanımak ve çözmektir… Kitabınızın adından söz ederek devam edelim…

- Bilimsel çalışmaların “piyasa”da itibar görmesi kolay değildir. Onu bir şekilde halka yakın kılmanız yahut piyasa şartlarına uydurmanız gerekir. Yayıncılar bu durumu bildikleri için doktora tezim kitap halinde yayımlanacakken ilgi çekici, hatta şaşırtıcı veya “çarpıcı” bir isim konulması gerektiği kanaatine varıldı. Sonra önerilen isimler içinde Doğunun Yedinci Oğlu… uygun görüldü. Evet, bu ad, Sezai Bey’in “Masal” şiirinden mülhemdir. “Yedinci oğul” ideal insanı temsil eder; özünü, benliğini, kimliğini kaybetmeyen, Batı’nın iğvasına karşı direnen Doğulu insanı. Bu duruma atıfta bulunsun diye söz konusu isim tercih edildi.

- Sezai Karakoç’un sanat sahnesine çıktığı yılların genel özellikleri nelerdir?

- Karakoç’un edebiyata daha doğru bir ifadeyle şiire adım attığı yıllar 1950′lerin hemen başıdır. Garip şiiri, bilhassa kötü örnekler yüzünden neredeyse yerle yeksan olmuştur. Attila İlhan bir tarafta, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever diğer taraflarda yeni bir şiirin peşindedirler. Ankara’da Mülkiye’de okuyan ve henüz 18 yaşında olan Sezai Karakoç, ilk ürünlerini hece şiirinin imkânları içinde vermiş ama asıl aradığı şiirin bu olmadığını bilmektedir. Yani diyeceğim, Türk şiirinin biraz da Dünya şiirine bakarak yeni yollar aradığı, yeni bir özün ve sesin peşinde olduğu bir dönemde Sezai Karakoç şiiri zuhur etmiştir.

- Sezai Karakoç’un, şair ve sanatkâr tarafının yanı sıra, bir ömür şiiriyle yan yana devam eden düşünce ve fikir serüveninin özellikle düzyazılarından biliyoruz. Onun düşünce hayatının oluşmasında etkili olan kişilikler kimledir?

- Sezai Bey’in düşünce ve sanat hayatı iç içedir. Başka bir söyleyişle birbirinin içinde akıp duran iki nehir gibi. Bu hayatı erken yaşlarda İslam medeniyetinin, sanatının ve düşüncesinin büyük erenleri, kanaat önderleri beslemiş ve şekillendirmiştir. İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Galip ve diğerleri. Sonra bu birikime Batı şiirinden ve düşüncesinden alınan bilgiler eklenmiştir.

- Karakoç’un Mehmet Yasin adıyla yazdığı bir yazı var “Çekmegil’in Son Eseri” adını taşıyan bu yazı M.Said Çekmegil’le ilişkilerini de ortaya koyuyor. Ama bu ilişki hatıralarına olumsuz yansıyor. Bu konuda siz neler söylersiniz?

- Doğrusu, yazının içeriğini ve Hatıralar’da ne söylendiğini şu anda anımsamıyorum. Özel bir durum bu tabii. Ne söyleyebilirim. Bu, yazanın tavrıdır; nedenini de pek bilemeyiz. Bilindiği gibi, genel olarak hatıralar, duygusal bir ruh haliyle yazılırlar. Sezai Bey’in sonradan çeşitli nedenlerle kırıldığı insanlar olmuştur. Çekmegil de bunlardan biri olmalı.

- Peki, Karakoç, yirminci yüzyıl Türk şiirine nasıl bir ses, nasıl bir nefes getirmiştir?

- Bu sualin cevabı o kadar tafsilatlı ki… Kısaca arz edeyim; elbette yeni bir ses, çağa uygun ve çağın insanın durumuna denk düşen bir öz var Karakoç’un şiirinde. Teknolojiyle birlikte gelen ve hayatımızın ince, kıymetdar değerlerini alıp götüren hoyratlığa, özden kopuşa, eşyaya esir oluşa karşı duruş vardır. Ezeli ve ebedi temaların çağdaş yorumu vardır. Örneğin, ölümün göz ardı edilen hakikat tarafını söyler bu şiir. İnsanın güzelliğinin yanında zalimliğini, kana doymayan yirminci asır zulümlerini anlatır. Geçmişimizi, geleceğimizi haber verir. İnsanlığın saf ve soylu iki anıtı olan kadını ve çocuğu yeni bir güzellik muştusu kılar. Karakoç şiiri, yapı olarak çok katmanlıdır. Birçok defalar okumak arzu ettirir kendini; her okunuşunda da bir sırrını ele verir gibidir.

- Karakoç’un dergiciliği ile fikirlerinin yaygınlaşması arasında bir bağ var mı?

- Önce bir hususu hatırlatayım; “Karakoç’un dergiciliği” ifadesinden şairimiz rahatsız oluyor. Bu başlıkla bir yazım çıkmıştı, oradan biliyorum. O, kendisini bir dergici saymıyor, zaten öyle de değil; bu sözden kasıt da o değil. “Ürünlerimizi yayımlayacak bize uygun yer olmadığı için dergi çıkarmak zorunda kaldık” mealinde bir açıklaması olmuştu. Sezai Karakoç’un şiir ve yazılarını yayımlamakla birlikte Diriliş dergisi, kuşkusuz, bir “mektep” görevi de üstlenmiş; bir anlayışın sözcüsü olmuştur. Birçok yetenekli gencin fark edilmesine ve yetişmesine vesile olmuştur. Bunların önünde de, elbette Karakoç’un düşüncelerinin yayılmasında, tanınmasında önemli bir vasıtadır.

- Sezai Karakoç’un bütün şiirlerini, kendi deyişiyle bütün sağanaklarını bir araya getiren “Gün Doğmadan”ı okuduğunuzda sizi en çok etkileyen şiirler hangileridir? Bunun bir gerekçesi var mı?

- Doğrusunu isterseniz, Gün Doğmadan kitap olarak bana soğuk görünür. Karakoç’un şiirlerini kitaplarının önceki biçimleri içinde okumayı severim. Şiirler III/ Körfez-Şahdamar-Sesler hep elimin altındadır. Bana sorarsanız, şairin en sıkı şiirleri de bu kitaptadır.

- Sezai Karakoç’un şiiri Hızırla Kırk Saat adlı kitabıyla önemli bir sıçrama yapar. İslam tarihine tutulan bir ayna olarak da görebileceğimiz bu şiirde Mehdi’nin gelişi, Müslümanları kurtarışı gibi mitolojik ve şiirsel unsurlara bolca yaslanır Karakoç. Karakoç’ta geleneğin nerdeyse bütün unsurlarının sorgulanmaksızın yer buluşunu nasıl anlıyorsunuz?

- Geleneğin bütün unsurları demeyelim isterseniz; dinamik yahut işlevsel unsurları diyelim. “Sorgulanmaksızın” tespitini de düşünmek lâzım. Bence, Karakoç sorgulamadan bir şeyi bir yere koymaz. Bir de, malûm, bu “gelenek” meselesi hayli karmaşık ve bakana göre farklılık arz edebiliyor. Ama şurası açık, Karakoç şiiri geleneksel olanı yadsıyan bir şiir değil, aksine geçmişiyle barışık bir şiirdir.

- Aynı kitapta bize Mehmed Akif’i hatırlatan dizeler de vardır: “Her evde kutsal kitaplar asılıydı/ Okuyan kimseyi göremedim/ Okusa da anlayanı göremedim.”Mehmed Akif’e bakışı nasıldır Karakoç’un? Onun etkilendiği Müslüman düşünürleri yok sayan bir yanı var gibi Mehmed Akif kitabında…

- Karakoç’un Âkif’e bakışı o özgün ve önemli kitabında aşikardır. Âkif’i çok önemsediği, hakkında kitap yazmasından belli değil mi? Âkif hakkında okuduğum onca yazı, kitap arasında Sezai Bey’in yazdıklarını ayrı bir yere koymuşumdur. Âkif’i etkileyen düşünürleri yok sayar mı? Bunu hissetmedim doğrusu.

- Enis Batur ”Sezai Karakoç’un baştan uca yenilgiye teslim olmayan” bir şiir dünyası olduğundan söz ediyor Karakoç Çeşmesi başlıklı yazısında. Şunu sormak istiyorum: Karakoç’ta edebiyat ve hayat ilişkileri nasıl kurulur? Şiiri yaşamıyla örtüşüyor mu Karakoç’un?. Uzun soluklu bir yolculuğa çıkmış şiirle, diyebilir miyiz?

- Şair yaşadığını yazar mı, yazmaz mı? Uzun bir tartışma bu. Karakoç’un şiirinde hayatından gelen motifler az değil. Gül Muştusu, Taha’nın Kitabı dikkatle okunduğunda çok şey görülebilir. Fakat bu motifler, yansımalar yani şairin hayatından şiirine çektiği dirilik suyu, şairin yazdıkları hayatıyla “örtüşüyor” anlamına gelmez. Aslına bakarsanız, Karakoç kendisinin de ifade ettiği gibi, yıllar yılı başka bir zamanı yaşamıştır. Sonra, yaşadığını yazmanın da şair için bir azap olduğunu bilmektedir. “Konuk” şiirinde şöyle der: “Arkama bakamam zorlama beni/ Anılar perisi biçme kaburga kemiğimi/ O keskin kılıcının ağzıyla/ Tatmak istemem o azaptan zehri”. Aslında, yaşananlara/ maziye dönmek, çok zaman bir azap olabilir.

- Onun düşünce dünyasında İslam`ı bir bakıma uygarlık nokta-i nazarından değerlendirme düşüncesinin sebepleri nelerdir?

- İslam düşünce ve sanatının göründüğü yer, İslam uygarlığıdır. Medeniyet, “iman” ve “islam”dan sonda dinin “ihsan” boyutudur. İnanış, teslim oluş ve güzellikle yüceliş… Sanatı dolayısıyla şiiri besleyen damarlar da oradan gelir. Estetik, medeniyetin bir yüzüdür. Karakoç bir din bilgini değil. Bir sanatkâr ve bir düşünce beyi. Kaldı ki, Karakoç’un İslam inanışına dair de özgün yaklaşımları, tespitleri vardır. Diyeceğim, bir sanatkâr olması hasebiyle, Karakoç’un İslam’ı medeniyet nokta-ı nazarından ele alması bana çok tabii görünüyor.

- Sezai Karakoç’u gerçekten insani ve sanatçı yönüyle son derece güzel çiziyorsunuz. Kitapta anlattığınız örnekler gibi çok hoş ayrıntılar var. O öncelikle gerçek bir ‘Kültür Adamı’ diye bilinir. Halbuki biraz yakından tanıyanlar için çok önemli başka bir boyuta daha sahipti: Siyasi angaje yanı. Sizce bu kişilik veya Kültür Adamı ile siyasi angaje kişiliği arasında bir çelişki var mıydı, bu siyasi insani yanını biraz daha açabilir misiniz? Karakoç’un siyasal parti kurarak aktif politikanın içinde yer almasını nasıl karşılıyorsunuz?

- İşte izahı en zor mesele. Sezai Bey’e sorarsanız, Diriliş Partisi ya da şimdiki adıyla Yüce Diriliş Partisi, Diriliş düşüncesinin tabii bir evresidir. Yani yazılarla kitaplarla anlatılan, okuyucu kesimine duyurulan bu düşünce hareketi, bir gün gelip eyleme dönüşecek ve kitlelere ulaşacaktır. Kaldı ki, “parti” Sezai Bey’in anlamasıyla ve anlamlandırmasıyla bilinen manasıyla bir siyasi oluşum değil, bir kulüp ya da dernek gibi bir şeydir. Mesela, Büyük Doğu Derneği de, bir tarafıyla bir partidir Sezai Bey kavlince. Bu bakımdan, Karakoç’un parti kurmasında ve genel başkan olmasında şaşılacak bir yön yok. Ancak, meseleye dışarıdan bakınca, Türkiye’de mevcut siyasal ortamda Sezai Karakoç’un bir parti başkanı olmasını düşünmek bile güç. Yalnız, burada bir hususu biraz açalım: Sezai Bey’de siyasî bağlanmışlık, sizin tabirinizle bir “angaje” oluş söz konusu değildir. Siyaset olsa olsa bir vasıtadır idealin gerçekleştirilmesi için. Ne var, sanıyorum biraz da yakınında olanların, dostlarının isteğini kıramadığı için, asla binicisi olamayacağı bir ata suvar olmuştur.

- İkinci Yeni şiiriyle ilişkisi hangi düzeydedir Karakoç’un?

- İkinci Yeni, bilindiği üzere, bir dönemin şiir hareketidir. (Buradaki “hareket” terimini bilerek kullanıyorum. Çünkü “akım” değildir İkinci Yeni.) Ortaya çıkışı, yaygınlık kazanması ve kökleşmesi ya da kabul görmesi on yıllık bir zamana (1953–1963) tekabül eder. Etkisi birçok akımdan daha güçlü olmuştur. Belirttiğim dönemden sonra da bu etki sürgit olmuştur. Ne var, İkinci Yeni hareketi içinde yer alan hemen bütün şairler, sonraki yıllarda şiir tutumlarını genişletmişler yahut değiştirmişlerdir. Sezai Karakoç da başlangıçta ses, eda, imge, kelime kadrosu yani biçimsel unsurlarıyla bu hareketin içinde olmuştur. Hatta, bana kalırsa, bu hareketi başlatanlardandır. Sonra şiiri özündeki farklılığı iyice belirginleştirmiş ve farklı bir mecraya girmiştir. Kısacası, diğer İkinci Yeni şairleri hareketin neresindeyse, Karakoç da tam oradadır.

- Bir konuşmanızda “Karakoç’u ‘Monna Rosa’ şiiriyle anmak O’na haksızlık olur. Karakoç da bundan rahatsız ve şair olarak anılmaktan hoşlanmıyor. Hatta son zamanlarda Karakoç, ‘Ben şair değilim’ demeye başlamıştır” diyorsunuz. Uzun yıllar arasına mesafe koyduğu “Monna Rosa” şiirini yıllar sonra kitap olarak yayımlamış oluşunu nasıl değerlendirirsiniz?

- Bazı konuşmalarda söz maksadını aşabiliyor. Yanlış anlaşılmalara meydan verecek bir mecraya girebiliyor. Az evvel aktardığınız cümlelerim de bu kabilden. Biraz tavzihe ihtiyaç var. Bir kere, Sezai Bey tevazuundan ya da mütefekkir tarafını görmeyenlere kızgınlığından “ben şair değilim” diyor olmalı. “Monna Rosa” şairi olarak anılmak istemiyor; haksız da değil. Böyle bir anılış sanatkârın asıl eserini görmemek olur. Onun özgörevini perdeleyen bir yaklaşımdır bu. “Monna Rosa”, evet çok güzel bir şiirdir, dahası Türkçenin en güzel aşk şiirlerinden biridir ama son tahlilde bir “gençlik hevesiyle” vücut bulduğunu biliyoruz. Ve hiçbir şekilde Karakoç şiirini temsil kabiliyeti taşımaz. Bunun için, Sezai Bey’i salt “Monna Rosa” şairi olarak anmak, hatırlamak büyük haksızlık olur.

Bu efsane şiiri yaklaşık 50 yıl sonra kitap olarak yayımlaması ise tek bir nedene dayanmaz sanırım. Gerçek sebebi şair bilir elbet. Benim aklıma gelenler, adı geçen şiirin yalan yanlış şekillerinin şurada burada dolaşımda olmasından rahatsızlık duymuştur şair. Şiirin adeta “kült” haline gelişinden yararlanan birtakım çevrelere kızmış olabilir. Bu güzel şiirin bir bütünlük içinde ve bir kitap zarfıyla okura ulaşmasını istemiştir. Dokuzuncu kitap olarak çıkardığı Monna Rosa’dan sonra bir “son kitap”la şairlik serüvenini ya da sürecini tamamlamayı düşündüğünü de tahmin edebiliyorum. Çünkü bir seferinde “onuncu kitap sonuncu kitap” ifadelerini söz arasında telaffuz etmişti.

- Karakoç hakkında yazılan kitapların, tezlerin, dergi özel sayılarının ve yazıların niteliği hakkında neler söylersiniz?

- Evvela, hepsi de bir iyi niyet tezahürüdür, çoğu sevgiyle yazılmıştır. Evet, niteliksiz yazılar vardır, ama onların da kendilerince bir işlevi olduğunu düşünüyorum.

- Artık bir gelenek oluşturan Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Ödülü 2007 yılında Sezai Karakoç’a verilmişti. Sezai Karakoç bu ödülü almadı. Tören yapılmasını da istemedi. Karakoç’un ödüllerle ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

- Benim bildiğim, Sezai Karakoç’un bu tür olgulara itibar etmediğidir. Şu veya bu ödülü alsam diye bir kaygı taşıdığını sanmıyorum. Dünya nimetlerinin onun nazarında fazla bir itibarı olmaz. Türkiye’de, sayıları biri ikiyi geçmeyen mülkiyetsiz mülkiyelilerdendir.

- Sezai Karakoç gibi, yarım yüzyılı aşan bir zaman dilimine şiir üretimini yaymış özgün bir şairden yarınlara kalacak olan nedir?


- Bütün eserleri… Hadi şunu diyelim, özgün bir şairin, özgün olan eserleri. Daha uzun bir zaman Karakoç’un hararetle okunacağını düşünüyorum. Şiirinin ise, Türk şiirinde önemli bir yapı taşı olacağından eminim.

- Söyleşi için teşekkür ederim…

- Evet, sorular güzeldi, biraz yorulduk, ama okuyacaklar için feda olsun bu tatlı yorgunluklar. Ben de teşekkür ediyorum.


Söyleşi: Asım Öz


Kaynak: haksozhaber.net