2008-06-19

"Edebiyat Ortamı" dergisi, yeniden !..


GÜZELLİK HEPİMİZİ PUSUDA BEKLİYOR/ MUSTAFA AYDOĞAN
Yeni bir dergi çıkıyorsa, yeni bir dünya kuruluyor demektir. İster birkaç kişi birlikte, isterse tek kişi çıkarıyor olsun, sonuç değişmez. Yeni bir dünya kurulmuştur. Ya da dünya, yeniden kurulmuştur.
Olayları ve olguları tesadüfle izah etmek saçmadır. Varlık bulan her gerçeklik, aslında zorunlu bir sonuçtur. Bu zorunluluğun mahiyetinin açıklanabilir olup olmaması çok da önem taşımaz. Çünkü varoluş, izahtan önce gelir. O, kendi kaderini yaşamak üzere yaratılmış, gerekleri ve gerekçeleri ile ortaya çıkmıştır artık. Nefes aldığı müddetçe kendine verilmiş yeri dolduracak ve varlığın bütünlüğüne dolaylı ya da doğrudan bir katkı sağlayacaktır.
Dergi, hem bir sonuçtur, hem de bir süreç. Sonuç içinde devam eden bir süreç. Çünkü yazı, yazılmaya ‘mecburdur’. Edebiyat, keyifli anlarda kurgulanmış hayaller, düşülmüş notlar, kurulmuş cümlelerden oluşmaz. Yazı, yazar için ‘verilmiş söz’dür. Ona söz ‘verilmiştir’, o da ‘söz’ vermiştir. Bu ‘söz’, yazı aracılığıyla yerine getirilir. Yazının en taze mekanı ise, kuşkusuz ki, dergilerdir.
*
Edebiyatın işlevi, insanda bir serüven duygusu yaratmaya yöneliktir. Yola çıkmak isteyenle, yerinden kımıldamak istemeyen ‘kös’ arasındaki fark, sadece bir duyarlık farkı değil, bir mutluluk farkıdır aynı zamanda. Birinin kamçısı kendi içindedir, diğerini ise başkasının elindeki kamçı harekete geçirir. Kamçının içeride kendiliğinden şaklaması, serüveni, mesafeden ve zamandan soyutlayarak, sonsuzluğun sahnesinde oynanan canlı bir tiyatroya çevirir. Oysa ‘kös’ için serüven, uzun mesafe ve bitmek bilmez zamandan ibarettir.
Serüven duygusu derken, bir süreci kast etmiyorum. Bir varoluş biçimine göndermede bulunuyorum. Serüven duygusu, tekil bir duygudur. Doğrudan insan tekiyle ilgilidir. İnsanın kendi içinde kat edeceği mesafe, bütün mesafelerin toplamından fazladır: Sınırsız, bilinmezliklerle dolu ve karmaşık.
*
Edebiyatın muhatabının toplum mu yoksa insan teki mi olduğu sorusu, bana anlamlı görünüyor. Bu sorunun demagojik yapısının açığa çıkarmak istediği şey, toplumla insan teki arasında edebiyat açısından bir ayrım yapılıp yapılamayacağıdır.
Sık ifade edildiği üzere; edebiyatın ‘geniş toplum kesimlerinde yeterince karşılık bulamadığı’, ‘dar bir alana sıkıştığı’ ya da ‘okuyucusuz kaldığı’ yönündeki yargıların, edebiyatın hedefinin toplum olduğu varsayımından hareket eden düşünüş tarzından kaynakladığını sanıyorum.
Bu durumda, şu soruları yeniden ve baştan sormamız gerekiyor. Çünkü her yargı, mümkün sorulara yeterli ve geniş cevaplar verdiği iddiasını da barındırır:
Şiir, toplum için mi yazılır?
Roman, toplum için mi yazılır?
Eleştiri yazısı, toplum için mi yazılır?
Peki, toplum kimlerden oluşuyor? Toplumun edebî arzusundan bahsedebilir miyiz? Bir yazar, yazarken toplumu düşünerek mi yazar? Biraz daha gidelim… Toplum dediğimiz kitlenin/toplamın neyi, nasıl ve niçin okuyacağını belirleyecek merci midir yazar?
Bir kere, toplum derken kaç kişiyi kast ediyoruz? Bin mi, onbin mi, yüz bin mi, bir milyon mu ya da bir milyar mı? Bu rakamlardan hangisine sahip çıkarsak çıkalım toplum dediğimiz kitlenin bir kesimini yine dışarıda bırakmak zorunda kalacağız. Sonra, toplumdan kasıt ‘herkes’ ise, ‘herkes’in edebiyata ihtiyacı olduğu sonucuna nereden varılıyor?
Burada, iki hususun açıklanması gerekiyor.
Birincisi; edebiyat sadece yazar için değil, okur için de bir ‘yeteneği’ zorunlu kılar. Okurun da, edebiyat yoluyla çözeceği bir sorun, gideceği bir yol, ulaşacağı bir menzil olmalıdır. Buna inanmalıdır. Bu inanç yoksa, onu bir edebiyat okuru olarak düşünemeyiz, hesaba katamayız.
İkincisi; edebiyata, öncelikle yazarların/şairlerin ihtiyacı vardır. Hiçbir yazar, toplumun fısıltılar halinde gelen talebini duyduğu için yazmaz; sadece ve sadece, içinden yükselen ses kulaklarında yankılandığı için yazar. Onun duyduğu tek ses budur. Onu davet eden tek çağrı da budur. Yazarın hayatını, yazının serüveni şekillendirir. En çok o okur. Ve, bir tek o yazar.
Bu nedenle, edebiyatın ‘nasıl’, ‘kimlerden’ ve ‘ne oranda’ bir karşılık bulduğu sorusu, kendine ‘rakamlarla’ cevap arayamaz/aramamalıdır. Edebiyat, kendi okuruna ‘ulaşır’. Sadece ‘kendi okuruna’ ulaşır. Ulaştığı bu kesim, sayıca az görünse de, gerçekte edebiyatın yegane ‘canlı mekanı’dır. Edebiyat eğer bir yerlere etki edecekse, bu ‘azınlık’ kanalıyla etki eder. Hayata nüfuz edeceği ilk hareketini bu ‘mekan’dan alır.
*
Her söz, her cümle, kendini duyacak kulağı, okuyacak gözü, kavrayacak belleği, anlayacak kalbi özler, arar, hedefler ve bulur. Yazı, canlı bir varlıktır. Her canlı gibi kendine bir mekan arar. Uzaklarda, gizlilerde kendini bekleyen biri olduğunu bilir, sezer, umut eder. Söz, kalbe; kalp de söze mekandır. Bir mekan duygusu ve tutkusu içinde birbirine karşılık gelirler; biri diğerinin ritmi, coşkusu, umudu, hüznü ve yurdu olur. Yazı, iki kalp arasındaki doğuş ve tamamlanış sürecinde serüvenden serüvene koşar.
Bizi bir bekleyenin olduğuna inanıyorsak, ancak o zaman, sadece o vakit yola çıkmaya cüret edebiliriz. Sevgiye ve inanca, mesafeden ve zamandan yapılmış bir engel olamaz.
Denemenin, şiirin, öykünün bir cümle, bir mısra ile çıkaracağı dorukları, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların defalarca gördüğünü biliyoruz. Onların bir serüven duygusu içinde diri vakitlere erdiğini biliyoruz. Modern zamanlar içinde de, bütün zamanlara hükmeden hakikatin saydam ipliğinin düzgün ve taze bir şekilde uzanmakta olduğunu; karanlıkla aydınlığın ayrıldığı o ince-beyaz çizgiyi apaçıklık içinde gören gözler, ayırt eden bakışlar, arzu eden kalpler olduğunu da biliyoruz. Sayıları az da olsa, onları tanımıyor da olsak, yazılarımız kendilerine ulaştığında bizi yalnızlıklarına dost kılacak bu insanların var olduğuna inanmak yeter.
Güzellik hepimizi pusuda bekliyor. Güzellik pusuda bekliyorsa, tuzağa düşme korkusunu değil, yakalanma ânının sevincini yaşarız.
(Edebiyat Ortamı Sayı:1)


İrtibat:


Hiç yorum yok:

E-POSTA GRUBU

Dergi~lik e-posta
dergilik@googlegroups.com